13 Aralık 2014 Cumartesi

DARBE MAĞDURLARINA “YASSIADA’YA GİTMEYİN” ÇAĞRISI

08 Aralık 2014 - 11:57

DARBE MAĞDURLARINA “YASSIADA’YA GİTMEYİN” ÇAĞRISI

IHA
Demokrat Parti (DP) eski GİK üyesi Samet Ocakoğlu, yıldönümlerinde gezi ve röportaj içinYassıada’ya götürülen darbe mağdurlarına “Yassıada’ya gitmeyin’ çağrısında bulundu.
DP misyonunun ileri gelen isimlerinden olan DP eski GİK üyesi Samet Ocakoğlu, 11. dönem DPManisa Milletvekili olan babası Orhan Ocakoğlu’na 27 Mayıs 1960 darbesinde ödenmeyen 18 aylık milletvekili maaşının günümüze uyarlanarak ödenmesi içerikli hukuki süreci başlatmış, ayrıca babasına ait alacağı TBMM Başkanlığı’ndan talep etmişti. Ocakoğlu’nun başlattığı sürecin ardından bir araya gelen DP. 11 dönem milletvekillerinin yakınları da sürece dahil olma kararı almıştı.
Ocakoğlu, 27 Mayıs darbe davasıyla ilgili süreç devam ederken 14 Mayıs çok partili hayata geçiş, 27 Mayıs darbesi, 15 Eylül Yassıada mahkeme kararlarının ilan edilmesi, 16-17 Eylül Adnan Menderes, Hasan Polatken ve Fatin Rüştü Zorlu’nun infaz edilmeleri ve 7 Ocak DP’nin kuruluş yıldönümlerinde Yassıada’ya gerçekleştirilen ziyaretlere tepki gösterdi. Röportaj ve anıların tazelenmesi gibi nedenlerle darbe mağduru ailelerin ziyarete teşvik edildiğini belirten Ocakoğlu, “Orası bizim için gezilecek ören yeri değil, hukukun götürülmesi gereken bir yerdir” diyerek Yassıada ziyaretlerinin durdurulmasını istedi.
“YASSIADA MAĞDURLARIN UZAKTAN SEYREDEBİLDİĞİ BİR MEKANDIR”
Yassıada’nın hukuki anlamda haksızlığın yaşandığı kirli ve kanlı öyküsüyle ‘demokrasi kulvarlarının karanlık mekanı’ olarak siyasi tarihe geçtiğine işaret eden Samet Ocakoğlu, adanın her geçen gün artan bir ilgiyle çeşitli kesimlerce ziyaret edildiğini söyledi. Yassıada Mahkemeleri sürecinde ailelerin adaya gidebilmek için çeşitli zorluklara göğüs gerdiğini anımsatan Ocakoğlu, “Yassıada bilinen tarihini yaşarken, oraya tıkılmış devlet adamlarının ailelerinden ‘ziyaret parası’ adı altında bebekler dahil kişi başı biner TL ayakbastı parası alınmışken, günümüzde ziyaretçiler bu zulüm adasına güvenli şartlarda ulaşabilmekte ve bu muhteşem ülkeye hizmet uğruna çekilen eziyetleri harabeye dönüşmüş mekanlarda yeniden hissetmektedirler. Zalimane bir dayatma ve hukuksuz bir uygulama ile Yassıada mağdurlarından alınan ziyaret paralarına dair Adalet Bakanlığı nezdinde herhangi bir kayıt olmadığı bilinmektedir. siyaset ve hukuk kurumları için kıssadan hisseleri olan Yassıada’ya, öyküsünün mağduru olan ailelerden de gidenler oluyor. Gitmeyenler gidebilenlerin duygularını elbette biliyor. Yassıada, mağdurlarının endişe ve hüzün ile ancak uzaklardan seyredebildiği, sadece hicranın ulaşabildiği, kimileri içinse kavuşmanın ve vedanın hiç olmadığı bir mekan olarak tarihe geçmiştir” dedi.
“YASSIADA’YA GİTMEYİN”
Devam eden darbe davasının Türkiye’de demokrasi ve hukuk bilincinin gelişmesine katkı yaptığını savunan Ocakoğlu, “27 Mayıs davamızda her şeye rağmen hukuki süreç işliyor. Yassıada’da kalan hakkın hukukuna ulaşmanın kolay olmadığının bilincindeyiz. Ama bu ateş yakıldı bir kere. Avrupa-parlamentosu/ " target="_blank" class="tag">Avrupa Parlamentosu ileAvrupa Konseyi üyesi ülkeler zemininde demokrasi hukukunu ilgilendiren önemli davalardan olduğu bir diğer gerçek olan 27 Mayıs davamızda somut ve geleceğe ışık tutacak hukuki sonuca ulaşma kararlılığımız diridir. Kamu vicdanında yer bulacağına inanarak, Yassıada mağduru muhterem ve vatanperver insanlara beraberimizde götürebilecek hukuki bir sonuç oluncaya kadar ‘Oraya gitmeyin ve Yassıada’yı uzaktan seyredin’ diyorum. Yassıada’ya gitmeyin. Hakları orada kalmışlara, hukuklarına erişinceye kadar Yassıada’ya gitmemeleri için çağrı yapıyorum” diye konuştu.
Aydın MENDERES 30 YIL SONRA GİTTİ”
Adnan Menderes ve demokrasi şehidi arkadaşlarının cenazelerinin 30 yıl boyunca hayatlarını kaybettikleri İmralı Adası’nda kaldığını hatırlatan DP eski GİK üyesi Samet Ocakoğlu sözlerini şöyle tamamladı: “Başta Menderes ailesi olmak üzere Zorlu ve Polatkan aileleri yüreklerindeki acıyı milli vicdanda söndürürken değil naaşları almak, yıllar boyu İmralı Adası’na dahi gitmediler ve sadece dualarıyla, ruhlarıyla oraya ulaştılar. Taa ki 1990 yılında rahmetli Turgut Özal’ın her geçen gün anlamı büyüyen tavrı sayesinde TBMM’nin kabul ettiği, demokrasi şehitlerinin naaşlarının devlet töreni ile ve hizmetleriyle mütenasip anıt mezara defnini mümkün kılan kanun yürürlüğe girinceye kadar. İşte o zaman Menderes, Zorlu ve Koraltan aileleri demokrasi şehitlerinin aziz naaşlarını almayı ve anıt mezara defni kabul ettiler. Merhum Aydın Menderes, babası merhum Adnan Menderes’in İmralı adasındaki kabrine ancak bu aşamadan sonra gitti ve şöyle dedi; ‘Geldim, aldım, götürüyorum’. Aydın Menderes ve demokrasi şehitlerimizin ailelerinin 1961’den 1990’a kadar sürdürdükleri faziletli davranışın Yassıada’nın hukuku konusunda emsal tavır teşkil etmesi gerektiğini düşünüyorum. Haklarının hukukuna ulaşıncaya kadar çile dostlarımızın Yassıada’ya gitmemelerini istiyorum."

18 Eylül 2014 Perşembe

NACİ AKIN; "SELENDİ MEDYA" EYLÜL SENDROMU

NACİ AKIN

NACİ AKIN

EYLÜL SENDROMU

Hafta sonu tatilinden çıkıp Pazartesi iş başı yapan çalışanlar, öğrenciler genellikle bugünü sevmezler, mutsuz olurlar ve buna da Pazartesi sendromu derler. Oysa hafta sonunda dinlenip tüm bir haftanın yorgunluğunu atarak zinde bir şekilde dükkanlarını açanların, okullarına, işlerinin başına koşanların daha arzulu, şevkli ve verimli olmaları gerekmez mi? Her ne kadar öyle olması gerekirse de insanın doğasında var olan yan gelip yatma güdüsü nedense çoğu insanı böyle düşünmeye sevk eder.

Pazartesi sendromundan söz edince bir de Eylül sendromundan söz etmek gerekir. Eylül sendromu üzerine de çok şeyler söylenebilir. Bizim öğrencilik yıllarımız da ikmale kalmak vardı, sonraları buna bütünleme denilmeye başlanıldı. Tüm yıl boyunca aldığın derslerden girdiğin sınavlarda, sözlülerde, telafilerde geçer not ortalamasını yakalayamadıysan, “Eylülde gel” derlerdi öğretmenlerimiz. Bu, arkadaşların yazın keyfini çıkarıp tatil yaparken, senin ders çalışmakla zamanını geçireceğin anlamına gelirdi ve tabi ki çok sevimsiz bir şeydi. Dahası Eylül ortalarında tatil biter okullar açılırdı, hala da öyle. Manisalılar, İzmirliler, Egeliler için Fuarın Eylül başında kapanması da başlı başına bir sevimsizlik sayılırdı, hoş bugün artık kimse fuarla ilgilenmiyor ya. Yazlıkçılar da Eylül geldi mi evlerine dönerlerdi, bu kimi yaz bekarları için nimet sayılsa da, kimileri için ise sultanlığın sona ermesi anlamına gelirdi. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün ama benim asıl temas etmek istediğim konular bunlar değil. Eylül ayı maalesef siyasi geçmişimizde hiç de istenmeyen, tasvip edilmeyen, kara günlerle doludur.adnan_menderes_52_yil_once_17_eylul_h11930

6-7 Eylül hadiseleri Türk milletinin doğasında var olan insaniyet duygusu, hoşgörü, konukseverlik, sevecenlik, dostluk, kardeşlik gibi hasletlerini zaafa uğratmıştır. Dış mihrakların tahrik ve yönlendirmesi ve uydurma söylentiler halkın galeyana kapılmasına sebep olmuş ve bir anda öfke seline dönüşerek neredeyse bu insani değerlerinin yok olmasına neden olmuştur. Gayri Müslim vatandaşlarımız ve özellikle de Rum kökenli yurttaşlarımıza karşı girişilen bu kabul edilemez hareketler maalesef Türklük adına bir utanç vesilesi olmuştur. Kahramanmaraş ve Çorum olaylarında da benzeri tahrikçilerin ortaya çıktığı artık gün gibi aşikardır.

12 Eylül 1980 darbesi de Eylül ayında vuku bulan Türk demokrasisinin ve siyasi tarihinin kara bir lekesidir. Maalesef “Şartların oluşmasını bekledik” diyen zihniyet, her gün onlarca gencin kanlarının akmasına, siyasi cinayetlere, kardeş kavgasına, adeta bir neslin madden ve manen yok olmasına seyirci kalmış, Türk devletine ve milletine en büyük ihanetin içinde olmuşlardır. Bugün bu darbenin faillerinin göstermelik mahkemelerde yargılanıyor olmaları neyi değiştirmiştir? Giden canlar geri mi gelmiştir? Yoksa Türkiye’nin bozulan siyasi ve toplumsal yapısı düzene mi girecektir? Bugün ülke hızla bölünmüşlüğe doğru gidiyorsa, toplum kutuplaşmış, insanlarımız birbirlerine karşı kin ve nefret duyguları beslemeye başlamışsa, hukuk, adalet çürümeye doğru gidiyorsa, birileri “biz zamanında çok çektik” diyerek rövanş alma güdüsüyle hareket ediyorsa, bunda darbeler yoluyla bozulan toplumsal ve siyasal düzenin payının birinci sırada olduğunu kimse inkar etmesin.

Maalesef Türkiye’de bu yolu açan ilk darbe 27 Mayıs darbesidir. 27 Mayıs darbesi sonrası kurulan düzmece Yassıada Mahkemeleri kararlarını yine bir meşum Eylül gününde 15 Eylül’de açıklamıştır. Memleketi imar ve inşa etmekten, kalkındırmaktan, insanlarımızın hür ve eşit yurttaşlar olduğunu hatırlatmaktan, halkımızın huzur ve refahını düşünmekten, insan hakları, demokrasi ve millet egemenliğini savunmaktan başka kusurları olmayan bu insanlar hakkında 15 idam 32 müebbet hapis ve birçoğuna da 4 sene iki aydan 20 yıla kadar hapis cezası verildi. Aynı gün (4 saat içinde) uluslararası telkinlerden kurtulmak için, yangından mal kaçırırcasına idamların üçü askeri cunta tarafından onaylandı diğerleri müebbet hapse çevrildi.

16 Eylül günü Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu İmralı adasında infaz edilirken, babam da dahil olmak üzere diğerleri askeri yük uçağı ile elleri kelepçeli olarak Kayseri cezaevine nakledildiler.

Milletin sevgilisi şehit Başvekil Adnan Menderes ise ertesi günü yani 17 Eylül günü hem insanlığa, hem hukuka ve hem de ilahi adalete aykırı bir biçimde hastalığı henüz geçmeden ve adli tabipin sağlık durumunun infaza elverişli olmadığı yönündeki itirazına rağmen düzmece bir sağlık raporuyla alçakça katledildi. İnfaz anına tanıklık edenlere göre infaz başlamadan gökyüzü açıktı havada bulut gözükmüyordu. Ancak tam infaz anında gökyüzü birden karardı ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur döküldü. Bu yağmur kısa bir süre devam etti ve Menderes defnedildikten sonra durdu. Sadece İmralı adası üzerine yağan yağmurun Allah’ın Menderes’e rahmeti olarak nitelendi, bu konudaki değerlendirmeyi İlahiyatçılara bırakıyorum.

zorlu menderes

Eylül sendromunu tetikleyen felaketler sadece ülkemizle de sınırlı değildir. Eylül ayı dünyada da birçok felaketle sebep olan olaylarla doludur. A.B.D’de 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleşen ikiz kuleler ve Pentagon saldırısında 2976 kişi can vermiştir. Son yılların bu en büyük felaketi ardından dünyanın siyasi dengelerinde de değişimler olmuş, ülkemizi ve İslam coğrafyasını yakından ilgilendiren hadiseler cereyan etmiştir.

1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırısı ile yüzbinlerce cana mal olan II. Dünya savaşı başlamıştır. 2 Eylül 1942’de Alman Nazileri Varşova Gettosu ayaklanmasında 50.000 Yahudi’yi katletmiştir. 19 Eylül 1985 ‘de Meksika’nın başkenti Mexicocity’deki depremde 35.000 kişi can vermiştir. Eylül ayı bunun gibi daha nice felaketlerle doludur.

Ülkemizde de yukarıda sözünü ettiğim önemli hadiseler dışında irili ufaklı birçok istenmeyen olaylar Eylül ayında vuku bulmuştur. 6 Eylül 1985’de İstanbul Neve Şalom Sinagoguna düzenlenen terör saldırısında 21 kişi hayatını kaybetmiştir. Yine 6 Eylül 1975’de Diyarbakır Lice depreminde 2835 kişi can vermiştir. 13 Eylül 1980 günü Başbakan Süleyman Demirel ve CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit Çanakkale Hamzakoy’a, MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ise İzmir Uzunadaya sürgüne gönderilmişlerdir. Sıra dışı Valilerimizden Recep Yazıcıoğlu müphem bir trafik kazasıyla hayatını kaybetmiştir, ve daha birçok istenmeyen hadise Eylül ayında olmuştur.

Bütün bu kötü hadiselere rağmen Eylül ayında hiç güzel şeyler yaşanmamış mıdır? Elbette yaşanmıştır. 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi kazanılmıştır. 1 Eylül 1922 günü Gazi Mustafa Kemal Dumlupınar meydan muharebesini kazanmasının ardından “Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir. İleri!” emrini vermiş ve aynı gün Uşak’a girilmiştir. 9 Eylül’de İzmir’in kurtuluşuna kadar olan günlerde ise, Bursa, Eskişehir, Balıkesir, Alaşehir, Salihli, Akhisar, Turgutlu, Selendi, Manisa başta olmak üzere Egede birçok il ve ilçe Yunan işgalinden kurtarılmıştır. Hatay’ın Türkiye’ye ilhakının ilk adımı olan Hatay Millet Meclisi 3 Eylül 1938’de açılmış ve Tayfur Sökmen Devlet Başkanı seçilmiştir. 20 Eylül 1988 günü Seul Olimpiyatlarında Naim Süleymanoğlu Halterde 6 dünya rekoru kırarak 6 dalda olimpiyat şampiyonu olmuştur. 12 Eylül darbe Anayasası ile Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit başta olmak üzere eski siyasi liderlere konulan ömür boyu siyaset yasağı Türk halkı tarafından kaldırılmıştır. Milli mücadelenin ilk adımının atıldığı Sivas Kongresi 4 Eylül 1919 da toplanmış ve daha birçok güzel hadise de Eylül ayında gerçeklermiştir.

Bugün 16 Eylül Şehit Bakanlar Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun ölüm yıldönümü. Sizler yarın bu yazıyı okuduğunuzda merhum Menderes’in katledilişinin yıl dönümünü idrak edeceğiz. Onu darağacına gönderenlerin hangi birini hatırlıyorsunuz? Ama o çoktan hatalarıyla ve sevaplarıyla milletin gönlünde yerini almıştır. Bugün bütün yurtta mevlid okutulacak, lokmalar dökülecek, paneller, konuşmalar, TV programları yapılacak. Bu etkinliklerde onu gönülden sevenler, izinde yürüyenler, davasına sahip çıkanlar da onu istismar etmeye, saptırmaya kalkan riyakar ve sahtekarlar da boy gösterecekler.

12 eylül

Bugün DP İstanbul İl başkanlığı anıt mezarda bir tören düzenledi oraya davetliyim. Adnan Menderes Demokrasi Platformunca Aydın Kültür Merkezinde DP Bakanlarından merhum Tevfik İleri’nin oğlu Cahit İleri’inin konuşmacı olduğu bir konferans var oraya da davetliyim. Çeşitli illerde anma toplantıları var oralara da davetliyim. Ayrıca İzmir’den ve diğer bazı yerel kanallardan programa katılma davetleri de aldım. Ne yazık ki hiçbirine iştirak edemeyeceğim, ama gönlümüz oralarda olacak. Allah Türk milletine bir daha böyle acı yaşatmasın. Türk milletinin birliğini, dirliğini, huzur ve refahını, yeniden sağlamak, kavgasız, gürültüsüz, kutuplaşmadan uzak, kimsenin öteki olmadığı, her yurttaşın hür ve eşit sayıldığı, komşuları ile iyi ilişkiler içinde ve dünyada itibarı olan bir Türkiye için onun davasının yüceltilmesine, yeniden şaha kaldırılmasına bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Bu mesuliyet hepimizindir. Kalın sağlıcakla.

12 Eylül 2014 Cuma

Varlık Vergisi ve 6 Eylül 1955 Olayları; ANAYURT Gazetesi; Mehmet Arif DEMİRER, 8 Eylül 2014 Pazartesi

Varlık Vergisi ve 6 Eylül 1955 Olayları
http://www.anayurtgazetesi.com/images/spacer.gif
ANAYURT Gazetesi              M. Arif DEMİRER                            8 Eylül 2014 Pazartesi
http://www.anayurtgazetesi.com/images/spacer.gif
6 Eylül 2014 günü Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Platformu’nun İsmail Beşikçi Vakfı’nda düzenlediği ‘6-7 Eylül Mağdurlarını Anma Etkinlikleri’nin tek konuşmacısı olan Rıdvan Akar’ın Varlık Vergisi ile ilgili bir kitabı var: Varlık Vergisi – Tek Parti Rejiminde Azınlık Karşıtı Politika Örneği. Rıdvan Akar, Mehmet Ali Birand’ın yardımcısı idi.
Bir Türk olan İsmail Beşikçi’nin ise özellikle ATATÜRK Dönemi Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde Kürtçülüğü destekleyen yayımlanmış çok sayıda kitabı var.
www.durde.org’un, anılan etkinliği hatırlatmak için gönderdiği e.posta’da 7 Eylül 1955 günü çekilmiş bir fotoğraf var. Fotoğrafta İstanbul Beyoğlu’nda bir gece önceki tahrip ve talan olaylarına “DUR” diyen Türk Silahlı Kuvvetleri tankları görülüyor.
Dilek Güven adlı bir yazarın 6 Eylül 1955 olayları hakkında yazdığı ve Tarih Vakfının yayımladığı Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları başlıklı kitapta olaylar POGROM olarak tanımlanmış.
POGROM, Sovyet öncesi Rusya’da güvenlik güçlerinin Hükümetin talimatı ile azınlıklara uyguladığı kitlesel katliam. 6 Eylül’de tahrip vardı, talan vardı ama katliam yoktu !
Dilek Güven’in kitabındaki, benim bir kitabımdan kısaltılarak (kısaltıldığı belirtilmeden) ve çarpıtılarak yapılmış, alıntılar nedeniyle 2005 yılında Tarih Vakfı ve Dilek Güven aleyhinde İstanbul 3. Fikri ve Sınai Haklar Mahkemesinde dava açtım. Dilek Güven mahkemeden gelen davetiyeyi almamak için muhtarlıktan kaydını sildirdi. Tarih Vakfı iki defa mahkum oldu. Kararı temyiz etti ve tesadüfe bakınız Yargıtay 11. Hukuk Dairesi üç Bilirkişi Raporuna dayalı kararları “Bilirkişiler ehil değil” diye bozdu. Dava onuncu yılını tamamlamak üzere !
2010 yılında Cahit Kayra, 93 yaşında, bir kitap yazdı. 2014 yılında dördüncü baskısını aldım: Savaş Türkiye Varlık Vergisi. Bir yanda Varlık Vergisi kanununun kabul edildiği yıl (1942) Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları dikkate alarak vergiyi savunuyor öte yanda (hiç yakıştıramadım) yazarı çoktan vefat etmiş bir kitabı yerden yere vurarak, yargısız infaz yapıyor. 1951 yılında yayımlanan kitabın adı Varlık Vergisi Faciası idi. Yazarı ise Maliyeci Cahit Kayra’nı meslektaşı ve üstadı Faik Ökte.
Toparlarsak… Varlık Vergisi; 2. Dünya Savaşı ortamında bunalmış, aldığı ve de almadığı ekonomik kararlar nedeniyle bir yanda 10 Kasım 1938’de kilosu 30 kuruş olan şekerin fiyatını 500 kuruşa çıkaran öte yanda Varlık Vergisi kanunu ile insanları taş ocaklarına süren bir hükümetin, artıları ve eksileri ile bakıldığında, yanlış bir uygulaması. Bu uygulamayı inatla savunmak ve Faik Ökte’yi 1951’de yayımlanan kitabı yazmakla suçlamak bence çok yanlış.
Ama www.durde.org konuşmacısı Rıdvan Akar’ın yaptığı gibi Varlık Vergisini “Azınlık Karşıtı Politika” ya da Dilek Güven gibi 6 Eylül Olayları’nı POGROM, dolayısı ile Menderes’i POGROMCU ilan etmek de, bence İNSANLIK SUÇU.
6 Eylül Olayları’nı, Londra’daki Kıbrıs Konferansının, sonuç bildirisi yayımlanamadan, dağılması için Yunan Derin Devleti tertiplemiştir. Tahrip ve talan olaylarına katılanlar ise T.C. vatandaşlarıdır. Gözleri dönmüş, Beyoğlu Caddesi dükkanlarına saldırmışlardır. Katliam matliam olmamış ve ASKER, 4 saat gecikmeli olarak, saat 24:00’de duruma hakim olmuştur.
Olayları en doğru, o tarihte İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı (daha sonra Ecevit’in Milli Eğitim Bakanı) olan, Necdet Uğur açıklamıştır: “6-7 Eylül bir yağma ve tahrip için yapılmış gösteri değildir. Devlet güçlerinin de ihmali söz konusu değildir. Olay bir ulusal tepki olarak başlamıştır, sonradan tahrip ve yağmaya dönüşmüştür.
Bayar ve Menderes mağdurların sorunları ile ilgilenmeye 7 Eylül sabahı başlamışlardı! Türkiye’nin dış düşmana ihtiyacı yoktur. İçerisi zaten çeşit çeşit düşmanla kaynıyor.

FATİN RÜŞTÜ ZORLU VE BEHİÇ ERKİN; Behiç Erkin’in Zorlu hakkında 1941 yılında yazdığı takdirname:

FATİN RÜŞTÜ ZORLU VE BEHİÇ ERKİN
Behiç Erkin’in Zorlu hakkında 1941 yılında yazdığı takdirname:
“T.C. Paris Büyükelçiliği                                                                         Vichy 21 Ağustos 1941
“Bay Şükrü Saraçoğlu, Sayın Hariciye Vekili
“Merkeze nakil buyurulan Paris Büyükelçiliği Başkatibi Fatin Rüştü ZORLU’nun iki seneden beri refakatimde gösterdiği liyakat ve çalışkanlık vasıflarını ve bilhassa istihbarat hususundaki hizmetlerini yüksek katlarına arz etmeği bir vecibe telakki eyler ve tasvibi devletlerine ikran ettiği (İlgilenmeniz durumunda) halde kendisinin bir takdirname ile taltifini derin hürmetlerimle arz ve rica eylerim.” Paris Büyükelçisi Behiç Erkin
Behiç Erkin’in, hangi tarihte yazdığı bilinmeyen, Türk Tarih Kurumu’nun 2010 yılında yayımladığı Hatırat’ında Zorlu hakkında yazdıkları:
“Başkatip Fatin Zorlu iyi bir iş arkadaşı olmakla beraber, o da benim gibi Fransa’nın acemisi olduktan başka, kendisinde sezdiğim bir kanaat vardı. “Ankara’dakiler işleri idare edemiyorlar; çünkü kayınpederi Tevfik Rüştü Aras Dışişleri Bakanı değildir” Bu sebeple, kendi kendine, Ankara’ya akıl öğretir şekilde raporlar yazar, getirir, okur; fakat bunların hiç birisini kabul edip göndermezdim; beyhude ısrar edip dururdu.”   
Zorlu’nun 21 Ağustos 1958 tarihinde Meclis’te yaptığı bir konuşmada Behiç Erkin’inin adı geçmiştir. Meclis zabıtlarından alıntı:
“İkinci Dünya Harbinden bahsedin, diyorlar. Harp daha başlamadan Arnavutluk hâdiseleri karşısında müşterek beyannameyi imzalatan İnönü değil mi?
“İkinci Dünya Harbinde Hariciye Vekilini haftalarca Sovyet Rusya'da bekleten ve ittifak peşinde koşturtan ve sonra, harbin bidayetinde hiç bir cephe ve kuvvet muvazenesi belli olmadan ittifak anlaşmasını imzalattıran İnönü değil mi?
“Almanlar Fransa'ya girmek üzere iken mebuslarımızın eline «harbe gireceğiz» diye nutuklar gönderen ve Paris Büyükelçiliğimizden, bu naçiz arkadaşınızın elde ettiği bir malûmata istinaden, pek muhterem Behiç Erkin'in Fransızların Almanlarla mütareke yapmaya çalıştıklarını bildiren bir telgrafı üzerine son anda harbe girmekten vazgeçen İnönü değil midir? Nelerden bahsediyorsunuz?”
Behiç Erkin’in Hatırat’ında 12 Haziran 1940 günü hakkında yazdıkları:
“12 Haziran günü şehre inmiş olan Başkatip Fatin Zorlu, telaşla gelerek şehirde mütarekeden bahsedildiğini söyledi. Kendisini hemen Dışişleri Bakanlığına malumat almak için gönderdim. Bir müddet sonra ben de gittim. Sarih bir şey alamadık.”
Behiç Erkin’in, Zorlu’nun Meclis’te yaptığı açıklama ile ilgili Hatırat’ında yazdıkları:
“Bu beyanatta bahsedilen ve Sayın İsmet İnönü’nün harbe gireceğiz diye nutuklar gönderdiğini ifade eden kısmın mahiyetini bilmediğim gibi, benim telgrafım üzerine İnönü’nün son anda harbe girmekten vazgeçtiğinden de malumattar değilim. Bu husustaki tafsilat Fransa hatıralarının 1940 senesi Tours şehrinde bulunduğumuz zamana ait kısmında yazılmış olduğundan burada tekrar etmek istemiyorum… Fatin Rüştü Zorlu’nun bu işteki hizmeti, yalnız Tours şehrinden şatomuza geldiği şehirde mütareke dedikodusu duyduğunu bana bildirmesinden ibarettir. Fatin R. Zorlu’nun ‘benim telgrafım’ diye bahsettiği telgrafın mahiyeti budur.”
SONSÖZ: Tek bir Zorlu vardı. İdama giderken dahi daha önce ne dedi ise değiştirmedi. Behiç Erkin’in ise yukarıda görüldüğü gibi düşünceleri çok değişebiliyormuş. Yine de Hatırat ilgi çekici anekdotlar içeriyor. Ancak Zorlu örneğinde görüldüğü gibi yanıltıcı da olabiliyor. 
***   
Sevin Zorlu anlatmıştı: 21 Ağustos 1958 günü Fatin Rüştü ZORLU kürsüden inerken İnönü’ye yakın bir CHP milletvekili eliyle “senin kafanı keseceğiz” işareti yapmış.
Ekli yazı insanı insanlığından utandıracak bir örnek. (Mehmet Arif Demirer, 10.09.2014)

11 Eylül 2014 Perşembe

6-7 ve 9 EYLÜLLERİ DESTEKLİYORUM !..

6-7 ve 9 EYLÜLLERİ DESTEKLİYORUM !..

Türkiye’de ihanetin epey mesafe aldığı ve yaratmaya çalıştığı algı ile de Türkleri mücadeleden düşürmek hedefi taşıdığı çok aşikardır.
Bunun en sonuncusu ise 6 – 7 Eylül 1955 tarihinde yaşanan olaylarla ilgilidir. 6 – 7 Eylül olayları, “Türkiyeli Medya” bile olmayı başaramayan ve bence adı “Kahpe Medya” olan oluşumlar tarafından; vahşet dolu karanlık günler olarak lanse edilmektedir.
Tıpkı Türk Milleti adına önemli görevler üstlenen ve kahramanlıklar yapan Muğlalı Mustafa Paşa, Nurettin Paşa, Engin Alan’ların akıl karıştırarak vicdanlarda mahkum edilmek istenmesi gibi... Bunlara heykel yıkma ve kışlalardan isim silmeyi de ekleyebilirsiniz.
Siz 6 – 7 Eylül’e laf söyleyenler, gelin isterseniz tarih ile bir yüzleşelim!
29 Ocak 1988’te Batı Trakya Türklerinin başına gelenleri bilmiyormusunuz? Yunanistan’da Türklerin mal ve mülklerinin bu tarihte talan edildiğinden haberiniz yok mu? Bartholomeos’un muadili ve Batı Trakya Türklerinin başındaki adam; rahmetli İskeçe Müftüsü Mehmet Emin Aga’nın öldüresiye dövüldüğü ve aylarca Türkiye’de tedavi gördüğü arşivlerinizde yok mu? Ya Dr. Sadık Ahmet’in düzmece bir trafik kazası ile şehit edilişi kitabınız da yazmıyormu?
Yunanistan’da Türk çocuklarının okuduğu okulların kapatıldığını, Müslüman Türklere ait gayrimenkullere ve vakıf mallarına uyduruk kamulaştırma kararları ile el konulduğunu, Türklerin Yunanistan’da traktör ve bisiklet ehliyeti bile alamadığını, evlerinin akan damlarını onaramadıklarını, Müslüman Türk kadınlarının başlarına bir şey gelir korkusu ile kolay kolay sokağa yalnız başına çıkamadıklarını, Rodoplardaki Türk köylerinin 30 yıl boyunca yaşamdan tecrit edildiğini hiç duymadınız mı?
Hastaneye düşen Türklere, hipokrat yemini etmiş doktorlar tarafından “pis Türkler halen defolup gitmediniz mi? Adınızı ve dininizi değiştirmediniz mi?” diye benzer sorular sorularak işkence edildiğini işitmediniz mi?
Rodos ve İstanköy başta olmak üzere Ege’deki Türk Adalarında katledilen, kaçırtılan ve asimile edilen Türkleri duymadınız mı?
Kıbrıs’taki “Kanlı Noel” bir vahşet gecesi değil mi? Bir otobüs Türk’ün kaçırılarak öldürüldüğü yeni ortaya çıktı, dünyayı ayağa kaldıracak bu katliamı haber yaptınız mı? Ya bütün erkekleri katledilen ve dede ile torunun toplu mezarda koyun koyuna yattığı “Dullar Köyü”nü gündeme getirdiniz ve belgeseller yaptınız mı? Bulgaristan’da anasının kucağında Bulgar mermisi ile katledilen “Türkan Bebek”e içiniz hiç kahroldumu?
Van Akdamar Adası’nda Ermenilerin gönlünü almak için açtığınız kilisenin etrafında Müslüman Türk kızlarının önce namuslarının kirletilerek ve sonrasında Van Gönlüne atılarak canlarından olduğunu yazdınız mı?
Irak ve Suriye’de Türkmenlerin başına gelenleri, Azerbaycan’ın topraklarının % 20’sinin Ermeni işgali altında olduğunu, Hocalı Soykırımını, Bulgarların yaptığını, Sırpların Türk olarak gördükleri Boşnakları soykırıma tabi tutmalarını; hakkıyla ne zaman anlattınız? Sözde Ermeni soykırımını adeta destanlaştırırken Balkanlardaki Türk soykırımına neden sessiz kaldınız? Daha çok soru sorar ve olaylar yazarım.
 Sizde cevapları yoktur bu soruların! Eğer siz Türkleri bu olaylarla tartarsanız, Türklerin mağduriyeti ve mazlumiyeti terazinin kefesini yerden kaldırmaz.
6 – 7 Eylül’e vahşet gecesi  derseniz, yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere Türklerin başına gelenler nedir o zaman?
Yunan’ın Anadolu’da ne işi var? Türk devletinin tebası olan Rum’un ve Ermeni’nin ihaneti neden?
İhaneti ve işgali haklı göstermek de neyin nesi? Sen Türk’ü aptal, kendini de çok akıllı mı zannedersin?
6 – 7 Eylül olayları diyerek Türk’e her cepheden vur ama 9 Eylül’de işgali sona erdiren ve Yunan’ı, İngiliz’i, Amerika’yı kovan Türk Ordusu’ndan ve Atatürk’ten bir kelime etme! Öylemi?
Ben 9 Eylül’de İzmir’e giren Türk Ordusu’na ve onun eşsiz kumandanı Büyük Atatürk’e, unutulmaz hizmetleri olan Nurettin Paşa, Muğlalı Mustafa Paşa, Kaymakam Kemal Bey ve Engin Alan gibi değerli insanlarımıza ve 6 – 7 Eylül’de; Türk’e yapılan düşmanlık ve ihanete, devlet olmanın gereği olarak “misliyle mukabele edenlere” de sonsuz teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyor, verilen karşılığı da destekliyorum!
 **
Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com

16 Ağustos 2014 Cumartesi

İdamların 50. Yılında Yassıada çıkarması…

İdamların 50. Yılında Yassıada çıkarması…
Yaptığı birbirinden önemli etkiniklerle adından sıkça söz ettiren Bağcılar Belediyesi bu kez de anıt mezarları Zeytinburnu ilçe sınırları içinde olmasına rağmen,Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idamlarının 50. Yıl dönümünde 3 günlük "Bir daha (Asma)asla" başlıkları ile yüzlerce kişinin katıldığı etkinliğe imza attı.Etkinliğin son durağı Yassıada oldu.
18 Eylül 2011 Pazar 12:39 & İdamların 50. Yılında Yassıada çıkarması…
Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idamlarının 50. Yıl dönümünde Yassıada’da anıldı. Bağcılar Belediyesi tarafından düzenlenen etkinliğe 50 yıl önce küçük bir çocukken babalarını ziyaret için Ada’ya giden mağdur yakınları 50 yıl sonra yine Yassıada’ya çıktı. Mahkemenin kurulduğu spor salonuna giren mağdur yakınları 50 yıl önceye giderek duygu dolu anlar yaşadı.
İstanbul Times Haber Merkezi
27 Mayıs darbesi ile iktidardan indirilerek idam edilen dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan, darbe yönetimi tarafından tutuklu bulundukları ve sorgulandıkları Yassıada’da anıldı. Bağcılar Belediyesi tarafından gerçekleştirilen program kapsamında, 50 yıl önce babalarını ziyaret için Yassıada’ya gelen bazı isimler 50 yıl sonra tekrar adaya katıldı. Tevfik İleri’nin oğlu Cahit İleri, Hüseyin Fırat’ın oğlu Mircan Fırat ve Bahadır Dülger’in oğlu Yusuf Dülger, ihtilal mahkemesinin kurulduğu salona girince duygusal anlar yaşadı. Etkinlik kapsamında dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve bakanların tutuklu bulundukları metruk binalar da gezildi.
Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı burada yaptığı konuşmada, ahde vefa gösterilmesi adına üç günlük bir program düzenlediklerini söyledi. Çağırıcı, bir daha bu günlerin yaşanmaması dileğinde bulundu.
YARGILANANLARIN YAKINLARI DA KATILDI
Kabataş’tan gerçekleştirilen geziye, Yassıada’da yargılanan dönemin DP Genel Başkan Yardımcısı Kamil Gündeş’in yeğeni AK Parti Kayseri Milletvekili Pelin Gündeş Bakır, DP milletvekillerinden Tevfik İleri’nin oğlu Cahit İleri, Bahadır Dülger’in oğlu Yusuf Dülger, Hüseyin Fırat’ın oğlu Mircan Fırat, Meclis Başkan Vekili Mustafa Zeren’in yeğeni Burhanettin Ketenci, Bağcılar Kaymakamı Veysel Yurdakul, Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, AK Parti Bağcılar İlçe Başkanı İsmet Öztürk ile çok sayıda vatandaş katıldı.
BAKIR:BURADA BULUNMAK BENİ DUYGUSAL OLARAK ÇOK YARALADI
DP Genel Başkanı Kamil Gündeş’in Yeğeni AK Parti Kayseri Milletvekili Pelin Gündeş Bakır, amcası Kamil Gündeş’in de milletvekili olarak Yassıada’ya getirildiğini ifade etti. Darbenin ardından amcasının hayata küstüğünü söyleyen Bakır, “Darbelere karşı her zaman tetikte olmak gerekiyor. Yasal düzenlemeleri yaparak, yeni anayasanın tez zamanda hazırlanması ve darbelere gidecek yolların kapanması bizlerin boynunun borcudur” diye konuştu. “Bugün burada bulunmak beni duygusal açıdan çok yaraladı” diyen Bakır, “’Demokrasi adası’ sözü burası için doğru bir isim değil. Demokrasi bize güzel şeyler çağrıştırıyor, ancak burada vahşetlerin en büyüğü yapılmış” ifadelerinde bulundu.
DÜLGER: BURASI DEMOKRASİNİN KATLEDİLDİĞİ YER
DP Parlamenterlerinden Bahadır Dülger’in oğlu Yusuf Dülger de Yassıada duruşmalarına defalarca katıldığını söyledi ve “50 yıl önce yaşamış olduğum derin acıyı bugün tekrar yaşıyorum” diye konuştu. Duruşmalara katıldığında babasıyla göz işareti yapmasının bile yasak olduğunu söyleyen Dülger, böyle bir durumda salondan tekme tokat dövülerek dışarı çıkarıldıklarını anlattı. Yassıada’nın isminin Demokrasi Adası haline getirilmesine de karşı çıkan Dülger, “Burası demokrasinin katledildiği yer. Onun için bu şekilde metruk olarak bırakılması gerektiğini düşünüyorum” dedi.
O dönemin Samsun Milletvekillerinden Tevfik İleri’nin oğlu Cahit İleri, 27 Mayıs darbesinin Türk siyasi hayatının en acı olaylarından biri olduğunu ifade ederek, ''Allah böyle acıları milletimize bir daha yaşatmasın'' derken, dönemin DP Milletvekillerinden Hüseyin Fırat’ın oğlu Mircan Fırat ise babasını ziyarete geldiğinde yaşadığı bir anıyı anlattı. “O dönemde orta okul yıllarında bir çocuktum” diyen Fırat şunları söyledi: “Babamı ziyaret için adaya çıktığımızda koştuğum için süngüyle yere yatırıldım. Elbisem değiştirilerek babamla görüştürüldüm.” İTHA.
İstanbul Times Haber Ajansı (İTHA)
Anahtar Kelimeler: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Prof. Dr. Mehmet Çelik ADÜ'de Yakın Türk Tarihi, Adnan Menderes ve Demokrat Parti'yi Anlattı

Prof. Dr. Mehmet Çelik ADÜde Yakın Türk Tarihini Anlattı

Prof. Dr. Mehmet Çelik ADÜ(Adnan Menderes Üniversitesi)'de Yakın Türk Tarihi, Adnan Menderes Hükümetleri ve Demokrat Parti'yi Anlattı


Adnan Menderes Üniversitesi Rektörlüğü ve Adnan Menderes Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin düzenlemiş olduğu Prof. Dr. Mehmet Çelik’in konuşmacı olarak yer aldığı ‘Adnan Menderes ve Türk Demokrasisinin Gelişimi’ konulu konferans yapıldı.
ADÜ Atatürk Kongre Merkezi’nde gerçekleşen konferansa; ADÜ Rektörü Prof. Dr. Mustafa Birincioğlu, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mustafa Çetin, Tarım ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme Kurumu (TKDK) Aydın İl Koordinatörü Erhan Çiftçi, ADÜ öğretim üyeleri, öğrenciler ve çok sayıda davetli katıldı.
Türk Tarih Profesörü ve İslam Bilgini Prof. Dr. Mehmet Çelik konuşmasında, 2. Dünya Savaşı döneminde Türkiye’nin konumu, çok partili sisteme geçiş ve etkileri, bunun akabinde Demokrat Parti dönemi ve Adnan Menderes’in yönetimi olmak üzere yakın tarih hakkında bilgiler verdi.

“GEÇMİŞİN İYİ VE KÖTÜ YÖNLERİNDEN DERSLER ÇIKARILMALI”

Prof. Dr. Mehmet Çelik geçmişin iyi ve kötü yönlerinden dersler çıkararak, günün şartlarına uyum sağlamak gerektiğini vurguladı ve ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!’ sözünden daha iyi milli iradeyi ifade eden bir söz olmadığını belirtti.
Adnan Menderes’in oldukça tahsilli ve kültürlü olduğunu, halkla yakın iletişim ve ilişki halinde olduğunu ifade eden Çelik, “Adnan Menderes, Türk siyasetçileri içinde, halk tarafından en çok sevilen ve halkı yakından tanıyan ve anlayan siyasetçilerin başında gelir” şeklinde konuştu.
Katılımcılar, televizyon programlarından aşina oldukları Prof. Dr. Mehmet Çelik’e sorularını yönelterek, yakın geçmiş hakkında merak ettiklerinin cevaplarını buldu.
Konferans; Prof. Dr. Mehmet Çelik’e, ADÜ Rektörü Prof. Dr. Mustafa Birincioğlu’nun plaket, Adnan Menderes Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Doç. Dr. Dilşen İnce Erdoğan’ın çiçek takdimi ile son buldu.
PROF. DR. MEHMET ÇELİK ADÜ’DE YAKIN TÜRK TARİHİNİ ANLATTI
PROF. DR. MEHMET ÇELİK ADÜ’DE YAKIN TÜRK TARİHİNİ ANLATTI
PROF. DR. MEHMET ÇELİK ADÜ’DE YAKIN TÜRK TARİHİNİ ANLATTI
PROF. DR. MEHMET ÇELİK ADÜ’DE YAKIN TÜRK TARİHİNİ ANLATTI
PROF. DR. MEHMET ÇELİK ADÜ’DE YAKIN TÜRK TARİHİNİ ANLATTI
PROF. DR. MEHMET ÇELİK ADÜ’DE YAKIN TÜRK TARİHİNİ ANLATTI
Kaynak: IHA
Ekleme Tarihi: 19.05.2014 10:22, Son Güncelleme: 19.05.2014 15:25

6 Mayıs 2014 Salı

İHANETİN ÖTEKİ YÜZÜ; TÜRK BAHARI, KİRLİ OYUNLAR, KARANLIK HESAPLAR VE MENFUR BİR SENARYO (Kürt Sorunu!..) 27 Mayıs'ta Sivas Kampı'nı kim kurdu?

İHANETİN ÖTEKİ YÜZÜ; TÜRK BAHARI, KİRLİ OYUNLAR, KARANLIK HESAPLAR VE MENFUR BİR SENARYO 
(Kürt Sorunu!..) 
27 Mayıs'ta Sivas Kampı'nı kim kurdu?
Bugün Türkiye’nin ilk darbesinin 52. yıldönümü. 27 Mayıs darbesinde pek çok acı yaşandı. Başbakanlar, bakanlar idam edildi. Yassıada’da büyük dramlar yaşandı. Darbenin çok az bilinen bir başka acılı hikâyesi daha var. 27 Mayıs askeri darbesinden dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan toplanan 485 kişi Sivas Kabakyazı’da dokuz ay süren bir “zorunlu misafirliğe” tabi tutuldular. Kampı bugün kurduğu ise hala aydınlatılmış değil... TİMETÜRK / Haber Merkezi
Bugün Türkiye’nin ilk darbesinin 52. yıldönümü. 27 Mayıs darbesinde pek çok acı yaşandı. Başbakanlar, bakanlar idam edildi. Yassıada’da büyük dramlar yaşandı. Darbenin çok az bilinen bir başka acılı hikâyesi daha var. 27 Mayıs askeri darbesinden dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan toplanan 485 kişi Sivas Kabakyazı’da 5. Er Eğitim Tugayı’nda askeri garnizon içindeki kampta dokuz ay süren bir “zorunlu misafirliğe” tabi tutuldular. 
Dokuz ay süren zorunlu misafirlik içerisinde Sivas’a getirilenlerin yaşları 14 ile 70 arasında değişiyordu. “27 Mayıs’ın öteki yüzü: Sivas Kampı” S ivas Kampı'nın bilinmeyebnlerini gözler  önüne seriyor. Celal Bayar’ın “Siyasal Kürtçülüğün merkezi” ve Hüsamettin Cindoruk’un da “Apo hareketinin kaynağı” olduğunu iddia ettiği Sivas Kampı bugün darbelerimizle yüzleşmenin ne denli olması gerektiğini gözler önüne deriyor..



“Bir ihtilal olmuştu. Her vatandaşa yeni bir dünya yaratmanın acı ve yük payı düşünmüştü. Bizlere düşen acı ve yük payı yerlerimizden koparılıp sırf bizim için yaratılan Sivas’taki kampa sürülmek oldu. Buna emniyet tedbiri dediler. Biz de masumca güvenişle bileğimizi kelepçeye uzattık. Nasıl olsa diyorduk, ‘adalet tecelli eder.’
Suçsuz olduğumuz gün ışığına çıkar. Çünkü ihtilalin partizan bir zihniyetle yapılmadığı ilan edilmişti” Faik Bucak ve Kinyas Kartal durumlarını hazırladıkları broşürde böyle anlatıyorlardı. Uygulamalar ne yazık ki onlar gibi 485 kişiyi mağdur edecekti ama bunların içindeki 55 kişinin mağduriyeti ve dramı daha da farkı olacak tarihe “55 sürgün” olarak geçeceklerdi.
27 Mayıs 1960 Askeri Darbesinden hemen sonra Sivas Kabakyazı’da boşaltılan askeri kışlaya Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan 485 kişi getirildi. Getirilenlerin en küçüğü on dört yaşındaydı ve hepsinin mallarına el konulmuştu. Getirilenlerin suçu “Kürtçülük propagandası yapmak ve isyan edebilirler” olarak belirtilmişti. Dokuz aylık kamp hayatından sonra 485 kişiden seçilen 55 kişi Türkiye’nin çeşitli yörelerine sürgüne gönderildi.
Devletin bölücülük suçlamasıyla sürgüne gönderdiği kişiler arasında Sedat Bucak, İzzetin Doğan. Dengir Mir Mehmet Fırat gibi toplumun tanıdığı isimlerin babaları ve dedeleri de vardı. Tarih farklı bir biçimde tekerrür ediyordu. Devlet sürgüne gönderdiği kişileri zamanında Milli Mücadeledeki katkılarından dolayı madalya ile ödüllendirmişti. Sivas Kampı’nda dokuz ay tutulan 485 kişi, yemeklerini ceplerinden yiyiyor, günlerini santranç oynayarak ve bol bol sohbet ederek geçiyordu. Kampın çamaşırlarını maddi durumu iyi olmayan kamp sakinleri yıkıyorlardı. Dokuz aylık tutuklulara yemek vermeyen devlet, Sivas Kampı’nı boşaltırken onlardan 400 lira yemek parası alıyordu.


SİVAS KAMPI KİMİN FİKRİ
27 Mayıs 1960 tarihinde Ordu içindeki Kemalistler, gerçekleştirdikleri askerî darbeyle Demokrat Parti (DP) iktidarını devirerek Milli Birlik Komitesi (MBK) olarak ülke yönetimine el koydular. Askeri darbeden dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan tutuklanan yaklaşık 485 kişi Tutuklananlar Sivas Kabakyazı’da 5. Er Eğitim Tugayı’nda askerî garnizon içindeki kampta dokuz ay süren bir “zorunlu misafirliğe” tabi tutuldular. Misafirlik diyoruz çünkü askerî yetkililer Sivas’ta bulunan kişilere tutuklu olmadıklarını, misafir olduklarını açıklamışlardı. Dokuz ay süren zorunlu misafirlik içerisinde Sivas’a getirilenlerin yaşları 14 ile 70 arasında değişiyordu.
485 kişinin gözaltına alındığı operasyon muhtemel bir Kürt muhalefetini baştan sindirmeyi amaçlıyordu. MBK, Irak ve İran’da yükselen Kürt Ulusal Hareketi’nin Türkiye’deki etkilerini kırmak istiyordu. Çünkü aynı dönemde özellikle Irak’ta Molla Mustafa Barzani önderliğinde yürütülen ulusal mücadele Türkiye’yi de etkilemekte, sınır bölgelerinde Hakkâri, Van, Siirt, Mardin, Diyarbakır gibi yerlerde Barzani’ye fiili destek verilmekteydi. MBK’nın bir yetkilisi o dönem yaptığı açıklamada “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir.” Diyordu. Sivas Kampı’nın kimin fikri olduğu bugün hâlâ net olarak ortaya çıkmış değil. Milli Birlik Komitesi Üyesi Numan Esin katıldığı bir televizyon programında bu kampın Milli Birlik Komitesi kararıyla oluşturulduğunu söylüyordu. Ancak Esin geçen hafta 27 Mayıs ile ilgili İstanbul’da düzenlenen bir toplantı sonrasında kamp fikrinin İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu tarafından alındığını ve MBK’ine dikta ettirildiğini ifade etti.
55 AĞA KURŞUNA DİZİLMEKTEN KURTULDU
Sivas Kampı’na 17 yaşında Diyarbakır’dan getirilen Hacı Said Ensarioğlu, bugün Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu’nun babası. Said Ensarioğlu, Sivas Kampı’ndan sonra sürgüne gönderilen “55 Ağa”nın ölüm emrinin Cemal Gürsel tarafından engellendiğini söylüyor. Said Ensarioğlu söz konusu bölümü kitapta şöyle anlatıyor: Bizim nöbetçimiz olan subay kampta hareketlenme yaşanınca sebebini anlattı. Evladım, Muharrem İhsan Kızıloğlu ve birkaç kişi toplantı yaptı. Bunlar kaçtılar “Dur” emri dinlemediler, kurşuna dizin dedi.
Muharrem İhsan Kızıloğlu, bunlar her zaman elimize geçmez kurşuna dizip yok edelim, zabıtları da farklı düzenleriz dedi. Ancak Sabri Koçak Paşa doğrudan doğru Cemal Gürsel Paşa’yı aradı. Gürsel’le telefonla konuşurken, buradakiler böyle bir şey söylüyor. Haberiniz var mıdır yok mudur? Varsa bile bunu bana yaptıramazsınız, beni de onlarla birlikte öldürebilirsiniz dedi. Gürsel Paşa da “Aman bunlar size emanettir. Sakın biz daha eskinin hesabını veremiyoruz (Mustafa Muğlalı’nın 33 köylüyü kurşuna dizmesi hadisesinden bahsediyor-N.Ç) Benden başka, senden başka kimse sorumlu değildir, kimseyi dinleme. Bunun üzerine Koçak Paşa geldi dedi ki “Bunlar bana emanettir, kimse müdahale edemez” deyince bu tehlikede ortadan kalktı” dedi.


Esasında bu olay babam ve ben için düşünülmüşken, daha sonra bizi top yekûn öldürmek istediler. Şöyle: “Herkes bırakıldıktan sonra 55 ağa kalınca bir daha böyle bir fırsat bir daha yakalayamayız, bunlar en nüfuslu ağalar Güneydoğu’nun çeşitli vilayetlerinden. Bunları hamama veya başka bir yere götürürken, kaçmaya başladılar, askerin “Dur emri” ni dinlemediler, bunların hepsini kurşuna dizin. Ancak yine Sabri Koçak Paşa müdahale ediyor ve bu da önlenmiş oluyor.
KİNYAS KARTAL SARSINTI GEÇİRDİ
Said Ensarioğlu’nun anlattığı olayı kampa 14 yaşında götürülen Şeyh Said’in torunu Abdülilah Fırat da doğruluyor: Üçüncü ayda etrafımız otomatik silahlarla çevrildi. ‘Talimat geldi dediler, birçok kimseyi kurşuna dizecekler’ dendi. Çok büyük bir panik ve heyecan oldu. Vasiyetini yazanlar, ağlayanlar, korkudan titreyenler vardı. Erzurum Karayazı’dan getirilen Cimşid Ağa’nın okuma - yazması olmadığı için vasiyetini bana yazdırdı. Kinyas Ağa, bu olayda çok büyük bir sarsıntı geçirdi. Kinyas Bey sarsıntı geçirince Şeyh Selahaddin Efendi yanına gitti.
‘Kinyas Bey sen askersin. Senin bu kadar sarsılmaman lazımdı.’ O da, ‘Şeyh vallahi ben Ruslarla da Ermenilerle de çarpıştım. Ama şartlar böyle değildi. Elim kolum bağlı değildi. Onlarda da silah vardı bende de vardı. Ama böyle silahsız bizleri katletme isteği beni gerçekten çok sarsıyor” dedi.
“DR.ZEYNEL ABİDİN ERDEM:
BİZ BÖLEN OLMAK İSTEMEDİK”
Kampa getirilen en ilginç kişilerden birisi de Arap asıllı olan Demokrat Parti’de Mardin Milletvekilliği yapan Bahattin Erdem ve kardeşi Mehmet Sait Erdem’di. Türkiye’nin sayılı işadamlarından olan Zeynel Abidin Erdem, babası Mehmet Sait Erdem ve amcasının yaşadıkları sıkıntıyı anlatırken bugüne kadar neden Sivas’ı anlatmadıklarının da ipucunu veriyor: “Kampla ilgili bize birçok şey anlatıldı: Oradaki sefalet, soğuk, zaman zaman açlık... Biraz da o günün şartlarında değerlendirmek gerekirse orada bir haksızlık vardı. Bu, sadece sitemdir. Bu olayı yaşayan büyüklerimiz bize yaşadıklarını naklederken hepimize ayrı ayrı ve defalarca bir “emir” buyurdular: “Siz bunları gelecek nesillere intikal ettirmeyeceksiniz. Çünkü biz bu milletin kurucuları ve tamamlayıcılarıyız. Biz Seyyidiz. Biz fitne, ayrılık, kavga tohumu ekemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti bizim tek vatanımız, en büyük kurtuluş alanımız, devlet ise kurtarıcımızdır. Millet bizim daima içinde olduğumuz, bizi tamamlayan bir unsurdur.” Bugüne kadar ne büyük ne de küçüklerimiz bu yaşananları tekrar konuşmamıştır. Çünkü biz devlet ve milletle barışık olmak mecburiyetindeyiz. Anane ve töremiz budur. Hiçbir zaman yanlışı yanlışla onarmak isteyen, kızan veya bağıran değiliz, düzeltmeyi en yumuşak şekliyle yapan olmak istiyoruz” diyor.
“CHP KENDİ VEKİLİNİ İHRAÇ ETTİ”
Sivas Kampı’na getirilen bir de CHP’li vardı. Van milletvekili Tevfik Doğuışıker. Doğuışıker askerlerle tartıştığı için uçağa konularak kampa yollanmıştı. Tevfik Doğuışıker kamptayken milletvekili olduğu halde CHP’den ihraç edildi. Söz konusu bölüm kamp sakinleri tarafından şöyle anlatıldı:
“Kampta enteresan bir durum da vardı. CHP Van Milletvekili Tevfik Doğuışıker çok enteresan bir milletvekiliydi. Geçmişi oldukça tantanalıydı. Buda bir yüzbaşı ile kavga ediyor, çok inatçı, çok enteresan bir adamdı. Tabii Kinyas Kartal bunu biliyordu ve takılıyordu,
- “Tevfik sen de geldin mi” diyordu. Güya Tevfik, İsmet Paşa tarafından çok sevilen onun gözbebeği olan bir milletvekili. Geldi dedi ki,
- “Abdürezzak Bey, ben sizi eskiden de tanıyorum. İsmet Paşa’nın bizden haberi yok. Ben şimdi ona mektup yazayım, beni kurtarır seni de kurtarır” dedi. Babam dedi ki:
- “Ben İsmet Paşa’dan falan şefkat beklemiyorum. Ben burada ölüme razıyım onun merhametine sığınmam, buna tenezzül de etmem, beni dinlersen sen de etme”, “Olur mu Abdürrezak Bey “deyince babam,
- “Benim tanıdığım İsmet Paşa kimseye merhamete gelmemiştir. Tevfik yapma kendini harcıyorsun” dedi. Tevfik Bey bunun üzerine,
- “Sen bilmezsin” dedi ve mektup yazdı. Mektuba da şöyle yazıyor:
- “Paşam, ben burada 300 Demokrat Partili ile beraberim. Bunlarla beraber olmak benim kanıma dokunuyor. Haberiniz olsun, en büyük ceza bunlarla beraber olmaktır.” Üç gün sonra Öncü Gazetesi’ni aldık şöyle yazıyordu:
- “Tevfik Doğuışıker CHP’den ihraç edildi” Ondan sonra babam okuyunca “Tevfik gel hele” dedi.
- “Al sana senin İsmet Paşa’n seni kurtaracak adam seni partiden ihraç etti” dedi. Kampta olduğunda hâlâ milletvekilliği devam ediyordu.
CKMP’Lİ FAİK BUCAK SONRA KDP’Yİ KURDU
Sivas’a gönderilen aileler içerisinde Bucak’lar da dikkati çekiyordu. 27 Mayıs darbesinden sonra, Bucak Aşireti’ndeki post kavgası “Develete ihanet” suçlamasına dönüşmüştü. İhsan Bucak, Hasan Oral ile Faik Bucak’ı asker makamlara ihbar ederken, şunları söylemişti:
“ Diş Tabibi Hasan Oral ve Avukat Faik Bucak, Anazu köyünde halkı silahlandırıyorlar. 10.000 kişilik silahlı bir grup oluşturuyorlar. Bir Kürt hükümeti kurmak, bu arada Adnan Menderes’i Yassıada’dan kurtarmak istiyorlar. Köylüleri, köy meydanına toplayarak, bu niyetlerini orada açıkladılar.” Bunun üzerine Bucakların büyük bir kısmı toplanarak Sivas Kampı’na götürüldü...Kampa getirilen Faik Bucak o dönem Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nde siyaset yapıyordu. HAKPAR eski Genel Başkanı Sertaç Bucak, babasını şöyle anlatıyor:
Sivas Kampı ve 55’ler olayı preventiv (önleyici) devlet politikasının bir tezahürüdür. Kürt’lere yönelik “güvenlik boyutlu”geleneksel siyasetin bir parçasıdır. Zulümdür. Bu sürgünleri haklı göstermek için her türlü yalan ve şiddete başvurulmuştur... Sürgünden döndükten iki yıl sonra Faik Bucak ve arkadaşları 1938 Dersim isyanından 27 yıl sonra illegal Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurarak siyaseten ayrı örgütlenmenin ilk adımlarını attı ve partinin Genel Başkanlığına getirildi. Babamızın şahadetinden (5 Temmuz 1966) sonra bu gerçeği annemize hitaben yazılan Mella Mustafa Barzani imzalı başsağlığı mektubundan öğrendik.
Sivas Kampı ve ondan sonra başlayan sürgünlük dönemi ile birlikte Dersim sonrası Kürt’lerin siyaseten ayrı örgütlenmeye başlamasının 27 Mayıs askerî darbesi hızlandırıcı bir rol oynamıştır. Dedem (Hasan Bucak) Kırklareli’nde sürgünde iken yaşlılığı gözönüne alınarak kışın karakolda konuk edilmiş”. Polislere bize Abdülhamit’ten beri hep sopa atıyorlar. Kim gelse ilk işi bizi sürgüne gönderip sopa atmak oluyor!” dermiş. Orada ki polis memuru hüzünle bunu halama anlatmış. Gerçekten de öyle oldu. 1960’da dahil sürgün müdavimi idik. Yegâne suçumuz” Kürt olmaktı.” diyor.
SİVAS KAMPININ ÜNLÜLERİ
AK Parti’de Adana Milletvekili olan Dengir Mir Mehmet Fırat’ın dedesi Zeynel Turan, Cem Vakfı Başkanı İzzetin Doğan’ın babası Hasan Hüseyin Doğan, Sedat Bucak’ın babası Hakkı Bucak, HAKPAR eski Genel Başkanı Sertaç Bucak’ın babası ve Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kurucu başkanı Faik Bucak ve diğer Bucak’lar, Şeyh Said’in çocukları Şeyh Ali Rıza ve Şeyh Selahaddin Efendiler, Van’dan Kinyas Kartal ve diğer Kartallar, Hakkâri’den Ertuş’lar, Ağrı’dan Öztürk’ler, Diyarbakır’dan Ensarioğullar’ı, Elazığ’dan Septioğulları, Erzurum’dan Nurcu Mehmet Kırkıncı, Diyarbakır’dan Nurcu Mehmet Kayalar, Bayburt’tan Demokrat Parti Yöneticisi olan Baki Tuğ’un babası Necati Tuğ, Mardin’den Zeynel Abidin Erdem’in amcası Bahattin Erdem ve avukat M.Necati Kerimoğlu, Ağrı Tutak’tan Kazım Yıldırım, Malatya’dan Sait Çekmegil, Van CHP Milletvekili Tevfik Doğuışıker,Diyarbakır’dan Bozo Kemal lakaplı Kemal Yıldırım, Cemil Küfrevi, Batman’dan Sait Ramanlı, Kubbettin Septioğlu, Zeynel Abidin İnan, Mustafa Işık, Rıfat Ökten, Turhan Bilgin ve İlhan Kesici'nin babası daha birçok tanınmış sima bulunmaktaydı.
Oysa Sivas Kampı’nda Kürtçülük ve isyan edebilirler suçlamasıyla tutulanlardan Zeynel Turanlı’nın ailesi Milli Mücadele dönemindeki faaliyetlerden dolayı meclis tarafından altın madalyayla ödüllendirilmişti. Mardin’den getirilen Erdem ailesi gibi Sivas’a getirilen bir kısım ailenin Arap kökenli olması bile onların “bölücülük” ile suçlanmalarını engelleyemedi. Kürtçü olarak suçlanan bazı aileler ise daha sonra Kürtçü örgütlerle çatışmışlardı. Sivas’a getirilen tek milletvekili olan Tevfik Doğuışıker o dönem CHP Van Milletvekili idi. Diyarbakır’da Ensarioğulları ve Mehmet Kayalar başta olmak üzere tutuklamaları yapan kişi ise Şanar Yurdatapan’ın babası Daniyel Yurdatapan’dı.
Yassıada’da savunma avukatlığı yapan Hüsamettin Cindoruk da Sivas Kampı ile 1938-1960 dönemi arasındaki barışın bozulduğunu ifade ediyor. Cindoruk, Celal Bayar’ın Sivas için “Siyasal Kürtçülüğün merkezi” dediğini belirtiyor:
“Onlara Sivas’ta Kürt olduklarını hatırlattılar. Celal Bayar buna siyasal Kürtçülük hareketi derdi. Kürtçe diye bir dil de var, ırk da var, buna kimse karşı çıkamaz. Ama ayrı bir devlet olmak isteyen devlete isyan eden, ayrılıkları keskinleştiren bir hareket de olmuştur daima, ona Bayar Siyasal Kürtçülük derdi ve Sivas’a bağlardı. Bayar Sivas Kampı’na çok içerlemişti. Çünkü Bayar Şark meselesi ile çok ilgiliydi, bu konuda Şark Raporu hazırlamış bir insandı. Bayar, Sivas Kampı’nın siyasal Kürtçülük şuurunu tekrar uyandırdığını söylüyordu. Yani 1800’lerden başlayan hareketler durmuşken Dersim Hadisesi Bayar’ın tabiriyle tenkil edilmişken, her şey yoluna girmişken belirli bir barış hareketi yerine gelmişken, Sivas Kampı Kürtlere bir işaret veriyor, “Ne duruyorsunuz? İşte siz busunuz, hepinizi topladık biraraya, planınızı programınızı yapın.”
Nitekim 27 Mayıs’tan hemen sonra Doğu Kültür Ocakları ve Rizgâri’ler ortaya çıkmıştır. Ve onlar kendilerine verilen imkânı yeterli bulmadıkları için silah zoruyla bu işlerin çözülebileceği noktasına gelmişler ve Apo Hareketi ortaya çıkmıştır. Apo yalnız değildir Apo’nun kaynağı Sivas’tır. Tabii orada Apo’nun peşinden gitmeyecek kadar idrak sahibi insanlar var, onlar siyasete tekrar dönmüşlerdir. Ama bir bölüm, bilhassa onlara yapılan haksızlıklardan ötürü kızgın olanlar Apo’ya doğru kaymışlardır ve Apo’da zamanlamasını iyi yapmıştır...
Bir akıllı adam böyle bir formülün işe yarayacağını söylemiştir. Kim buna önayak oldu, kimi Alparslan Türkeş diyor, kimi Türkeş’le birlikte aşırı milliyetçi subaylar ve erler diyor, kimi Ragıp Gümüşpala diyor. Ama kim düşündüyse kim yaptıysa birden bire Kürtçe bilmeyen Kürtler dahil hepsini getirdiler Sivas’ta bir askerî kampa koydular. 55 Ağa hadisesi gibi ki önemli bir hadisedir, bu sosyolojik ve siyasal yapıyı bozdu” diyor.
NURCULAR DA SİVAS KAMPI’NDA
Sivas Kampı’nın zorunlu misafirleri arasında Kürtler kadar Nurcular da yerini aldı. Görüştüğüm çoğu Nur gönüllüsü, Said Nursi’nin erkenden vefat etmemesi halinde onun da Sivas’ta zorunlu misafirliğe zorlanacağını ifade ettiler. Sivas Kampı’na gönderilen Nur talebeleri arasında Diyarbakır’dan Mehmet Kayalar, Erzurum’dan Mehmet Kırkıncı, Mehmet Serçil, Kamil Sirkeci, Yavuz Telli, Hilmi Ardos, Kahramanmaraş’tan Mustafa Ramazanoğlu, Malatya’dan Tarık Aktekin, gibi birçok insan vardı.
Birçok insanın bütün hayatını vakfettiği Risal-i Nur ve Said Nursi hakkında Demokrat Parti’nin son dönemlerinde de “Gizli” ibareli raporlar tutuluyordu. Bu raporlar yıllar sonra Emniyet Genel Müdürlüğü vasıtasıyla kamuoyuna yansıtıldı. Kampa getirilen Mehmet Kırkıncı, Gülen’i Risale-i Nur ile tanıştıran kişiydi.
Diyarbakır’dan Sivas’a getirilen Bediüzzaman Said Nursi’nin “Nurun Muallimi, Nurun Kahramanı, Nurun Yüksek Bir Talebesi, Hayatını Nura Vakfeden Mehmet Kayalar...” gibi ifadelerle anlattığı Mehmet Kayalar Selanik doğumluydu. 1937 senesinin mayıs ayında Harp Okulu’nu bitirir ve subay olarak ordu saflarına katılır. Konya, Susurluk, Kemalpaşa, Uşak, Bingöl ve Diyarbakır illerinde vazife yapar. Kayalar 1952 yılında 41 yaşında yüzbaşı olarak ordudan emekli olmuştur.
Evli ve üç çocuk babası olan Kayalar 1994 yılında Yalova’da vefat eder. Mehmet Kayalar ismi Diyarbakır Nur hizmetleri ile bütünleşmiştir. Zira 1950’den 1973 yılına kadar bu şehirde kalmış ve “hizmetlere” imza atmıştır. İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu kampı denetlemeye geldiğinde herkes ayağa kalkar ama Mehmet Kayalar ve birkaç arkadaşı ayağa kalkmaz. M. İhsan Kızıloğlu, Kayalar’ın önünde durarak hakaret etmek ister ancak Kayalar onun hakaretine fırsat vermeden, “Senin soy ismindeki kızıllık, yüzünden görülmektedir. İsmin kızıllığı senin yüzüne aksetmiş” dedi.
Kayalar daha sonra “55 Ağa” içerisinde yer alarak Çanakkale’ye sürüldü. Orada Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı mektupta kısaca, “27 Mayıs’tan beri geçen 11 aylık zamanda maruz kaldığım acıklı muameleler, hapis ve neyfiyemdeki sıkıntılar ve bazı garazkâr neşriyatla üzerime tevcih edilen iftiraların hakikatsizliğini ifade etmek için şahsıma ait bu maruzatımı zikretmeye mecbur kaldım...
Hatta bugün Şarkta Kürtçülük damarını kırdığımız ve aleyhinde bulunduğumuz için bu menfi fikri taşıyan Kürtler bize düşman kesilmişlerdir. Şayet bizde Kürtçülük fikri bulunsaydı muhakkak bir sızıntısı, bir ipucu, bir delil bulunacaktı. Halbuki 20-30 mahkemenin hiçbirisi, bu hususta en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet vermemiş olduğunu görüyoruz. Gerek umumi emniyette, gerek millî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda Kürtçülüğe dair en ufak bir emare görülmemiştir” diyordu.

Nurcular gibi Sivas’a getirilen en önemli kişilerden birisi de Malatya Ekolü’nün öncü isimlerinden biri olan Sait Çekmegil’di. Çekmegil, daha sonra yayımlanan anılarında Sivas Kampı’nda yaşadıklarını satırlara döktü.
SİVAS’I YAŞAYANLAR BUGÜN NE DEDİ
Hacı Said Ensarioğlu: Bu kadar yaşadıklarımdan sonra devletin bölücülüğünün oradan başladığını anladım. Biz kendimizi vatandaş zannediyorduk. Ben diyorum ki eşit haklara sahibim ama senin devletin kalkıyor, sen benden değilsin, sana özel bir kanun yapıyorum ve seni sürgün ediyorum. Olay buradan başladı. Devletin bölücülüğe burada tohum ekti.
Abdulilah Fırat: O günkü sistemleri medeni değildi. Bir darbe hükümeti idi. İnsanlıktan nasiplerini almamışlardı. Zulüm yapmaktan zevk duyan insanlardı. Hürriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu insan böyle zulümler gördükten sonra biliyor.
Sertaç Bucak: Sivas Kampı çözümleyici olmadı. Devletin tüm sürgün mağdurlarına karşı özür borcu olduğunu düşünüyorum. 1960’larda özür dilenmediği için 1990’larda devlet birkaç milyon Kürdü yeniden zorla yerinden etmiştir.
Zeynel Abidin Erdem: Ben bugün sürgüne gönderilmiş bir ailenin üyesi olarak ancak şunu söyleyebilirim. Biz hepimiz yanlış yaptık. Gerekli cezayı da aldık. Böyle bir inanış ve böyle bir son karar vardır. Bu kararı da o gün herkesle konuştuk. Tabii yukarıda arz ettiğim gibi bunun dedikodusunu yapmak ya da ileride bunların her gün tekrar yaşatılması, hatırlanması adına bir şey yapacak değilim.
Dengir Mir Mehmet Fırat: O zaman 105 sayılı yasaya göre yapılan uygulama tamamen insanlığa ve hukuka aykırı bir uygulamaydı. Dolayısıyla haksız bir uygulamaya uğrayan bütün insanlar gibi o insanlar üzerinde de çok büyük etkileri oldu. Bu tip uygulamaların devlete kazandırdığı hiçbir şey olmadı, temennim bu tip olayların bir daha yaşanmaması ve yaşatılmaması.
“CUMHURİYET GAZETESİ YÜZÜNDEN KAMPA GİTTİK”
Sivas Kampı’na gönderilen Şeyh Said’in torunu Abdülilah Fırat kampa gönderilme gerekçesi olarak; Şeyh Said’in torunu olmayı ve Cumhuriyet gazetesinin yaptığı yayınların etkili olduğunu ifade ediyor “27 Mayıs’ın öteki Yüzü: Sivas Kampı” kitabında.
“Cumhuriyet gazetesinin 31 Mayıs 1960 yılında yapılanları alkışladığını görmekteyiz. Cumhuriyet gazetesi şöyle yazıyordu: “Milli Birlik Komitesi’nin neşredeceği vesikalar, bir Kürdistan tesisi için DP Grubu içinde çalışanlar varmış. Sabık iktidarın Rus yapısı bir ciple vatan haini Şeyh Sait’in oğlunun Doğu’daki köylerde dolaşmasına göz yumulduğu tespit olunmuştur. Geliştirilmesine çalışılan gayenin yeni bir Kürdistan olduğu, bu konuda birkaç DP milletvekilinin çalışanlara müzair olduğu vesikalarda meydana çıkmıştır. Milli Birlik Komitesi ve hükümet bu yola sapanların faaliyetlerine son vermiş, memleketi parçalayıcı unsurların tamamen izalesi yolunda zecri tedbirler alma yoluna gitmiştir. Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir” diyordu.
BUNLAR DAHA MI AZ AĞA
Sivas’a götürülenler hakkında herhangi bir suçlama yapılmamışken, Meclis’ten çıkarılan bir yasa olacakları haber veriyordu. 2510 sayılı yasaya ek olarak çıkarılan 105 nolu yasada şöyle deniyordu:
“Sosyal birtakım reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye’de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek... Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun çıkarılmıştır.” Bu sözlere bakılacak olursa, Sivas’taki toplama kampı ve mecburi iskânla, iktidar köylüleri baskı altından kurtarmak gibi “halkçı” bir iş yapıyordu.
CHP organı Ulus gazetesinin başyazarı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu Efendi’nin mecburi iskân tasarısıyla ilgili 12 Ekim 1960 tarihinde şunları yazıyordu:
“Birkaç günden beri gazetelerde bahsi geçen Mecburi İskân Tasarısı, dün yayınlanan bir habere göre MKB’de görüşülerek kabul edilmiştir. Bu surette tasarının bir bölümünde görüldüğü gibi memleketimizin şu veya bu bölümünde ya da daha geniş bir bölge içinde dini his ve gelenekleri alet edenler, yabancı ideolojileri neşir ve telkine çalışanlar cebir ve şiddet kullanarak nüfuz ve baskıları altında adam sömürenler, bulundukları yerlerden uzak bölgelere nakledileceklerdir. Sürülecektir, demiyoruz. Çünkü bu gibiler için medeni haklardan mahrumiyet söz konusu değildir ve çıkarıldıkları bölgelere dönmemek şartıyla memleketin her tarafında dolaşmak serbestliği de ellerinden alınmayacaktır.
Doğrusunu söylemek lazım gelirse, bu bakımdan Mecburi İskân Tasarısı’ndaki sertlik biraz yumuşatılmış gibi görünüyor” diyordu. Öte taraftan Akşam gazetesinde Müfit Duru imzalı “Ağalardan sonra” ve Öncü gazetesinin “Şeyhlerin peşinde” yazı dizileri olmadık iftiralarla Sivas Kampı mağdurlarına saldırıyordu. Yön dergisi de konuyu inceleyerek Faik Bucak’ın görüşlerine yer veriyordu: “Faik Bucak ile konuşurken size şunları söyleyecektir:
“Benim toprağım yoktu ki toprak ağası olayım. Hayatımı avukatlık yaparak kazanıyordum. Yıllarca da bu memlekette hâkimlik yaptım. İşte bizim ağaların kaç dönüm toprağı olduğu da meydana çıktı. İyi ama bu memlekette madem ki toprak reformu diyoruz, madem ki sosyal adalet diyoruz, aklımıza niye Kasım Ağa (Gülek), Cavit Ağa (Oral), niye Fevzi Lütfü (Karaosmanoğlu), niye Hacı Ömer Ağa ve daha bunlar gibi yüzlercesi gelmiyor?
Bunların toprakları bizimkilerin topraklarından yüzlerce defa büyük.
Ya İstanbul’daki sermaye ağaları? Bunlar sanki daha az mı ağa?
55’LERDEN BUCAK VE KARTAL’IN TANIKLIĞI
Bir ihtilal olmuştu. Her vatandaşa yeni bir dünya yaratmanın acı ve yük payı düşmüştü. Buna emniyet tedbiri dediler. Biz de masumca bir güvenle bileğimizi kelepçeye uzattık. Nasıl olsa diyorduk, “Adalet tecelli eder.” Suçsuz olduğumuz gün ışığına çıkar. Üç yüz kişiydik. Biz 55’leri ayırıp alıkoydular. Mesele sürgün müydü? İlk bakışta hissi konuştuğumuz sanılabilir. Bu soruların hakiki sebeplerini sıralayalım: 55’lerin bedbahtlık ve felaketlerinin sebebi Kürt asıllı olmalarında mı aranmalıdır?
Yoksa hepimizin Demokrat Partili olmasında mı aranmalı? Yalnız Türkiye’de milyonlarca Demokrat Parti’li varken onlar niye bizim gibi sürülmediler? Biraz geriye dönelim. Masumiyetimiz teslim edildikten sonra Ankara’ya geldik. İlk fırsatta günün idarecileriyle temas ettik. Salahiyetli makamlar bize haksızlık edildiğini kabul ettiler ve en kısa zamanda yerlerimize iade edeceklerini vaat ettiler. Türk aydınları, sizi haklı davamızın hakemleri seçiyoruz.
NUMAN ESİN: İSYAN HAZIRLIĞI VARDI
Milli Birlik Komitesi Üyesi Numan Esin yıllar sonra Sivas Kampı ile değerlendirmeleri Güneri Civaoğlu’nun programında sorduğu “Menderes Kürt sorunu için ne söyledi?” sorusuna verdiği cevapta “ Bizim o tarihte bir endişemiz vardı. Acaba bir ayaklanma olur mu diye. Elli beş ağayı da o sebeple yönetim tutuklamıştı. Onları, güvenlik önlemi aldırarak, Sivas’ta nezaret altında bulunduruyordu. Bu arada acaba hükümetin, güneydoğuyla ilgili özel birtakım tedbirleri var mıydı? Aldığım cevap buydu ve son derece doğru bir cevaptı, demokrasi içinde.
Gerçekten, 1938’den sonra, 1970’lere kadar, doğuda bir ayaklanma olmamıştı ve istikrar vardı. Türkiye’de bu istikrarı daha sonraki yıllarda yanlış uygulamalar bozmuştur ve güneydoğu sorunu Türkiye için ciddi, çok pahalı, çok riskli bir sorun haline gelmiştir.” dedi. Ancak Esin geçen hafta İstanbul’da katıldığı bir konferansta Sivas Kampı uygulamasının emrini kendilerinin vermediğini, İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu’nun bu emri tek başına aldığını ifade etti. (Nevzat Çiçek- Sivas Kampı kitabı)