4 Aralık 2015 Cuma

MAYA: "Hazreti pir Mevlana okyanusundan bir damla, Ali Naili ERDEM"

Hazreti Pir Mevlana Okyanusundan Bir Damla
ALİ NAİLİ ERDEM
On birinci yüz yılın ortalarında yeni bir yurt bulmak için Orta Asya’dan Anadolu’ya akanlar Türkistan’dan geçerken Ahmet Yesevi adlı gönül erinin hikmet dolu sözlerini de beraberlerinde götürüyorlardı.
” Sünnet imiş, kâfir olsa, incitme sen”
”Hüda bizardır, katı yürekli, gönül incitenden”
”Allah şahit, öyle kula hazırdır, siccin,”
”Bilginlerden duyup bu sözü söyledim işte.”
dizeleri Alperenler, Horasan erleri, Abdallar ve ozanlarla Anadolunun ufkuna götü-rüldüler. Ve sonra ne olduy-sa oldu son yıllar içinde in-sanın ebedi ve ezeli olan bu ilâhi yönü, kendini dünyaya, insanlığa ait olan yöne teslim
etti. Ve yönetenlerin çokça önemli bir kısmı gönül kırmayı marifet sandılar. Şair Molla Caminin ”Pey-gamber değildi ama kitabı vardı.” diyerek yücelttiği Hazreti Pir Mevlâna Moğol istilasının taş taş üstüne bırakmadığı Konyaya göç ettiği zaman çaresizlik içinde kıvrananlar Tanrı-dan sadece huzur isti-yorlardı. Moğol istilası her güzel şeyi yakmış, gökler ağlıyor, toprak ölümlerle sarsılıyordu. Sevecenlik katledilmiş, Gönüller tarumar.
ESKİMEYEN KARİKATÜRLER
Murat Yılmaz
Her evde, her bedende işkencelerin ve ölümlerin acıları vardı. Umut-suzluk bir kara bulut gibi ahalinin üzerine çökmüş. Böylesine elim ve muzdarip ortamda Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli birer Allah dostu olarak şifa kaynağı oldular. Bu gönül sultanlarından Mevlâna evrene sığma-yacak kadar yüce bir varlıktır. Müjdeler veren bir ilâhi ses bir yüce sevdadır. Mevlâna her şeyin insanda olduğunu ve evrenin insan için var edildiğini söyleyen dildir. İster akıl gözüyle, ister gönül gözüyle bakıldığında onun yolunun aşk ve ahlâk yolu olduğu anlaşılır. Bu aşk Tan-rısal bir buyruk olup, yaradanın vasıflarındandır. Bir konuşmasında ”Efendi, bilmiş ol ki edep insanın bedenindeki ruhtur. İnsan ile hayvan arasındaki fark edeptir.” diyen Mevlânayı bugün ziyarete gidenler, kabrinin girişinde ”EDEP YAHU” yu okumaktadır. İNSAN EDEPTİR. Ve ”unutmayalım ki Evrenden süzülüp gelen her insan ev-renin ruhuna sahiptir. Ve dünya mutlak varlığın yansıması olup onun bütün güzelliklerini taşımaktadır.” buyuruyor.
Hazreti Pir taassubun hiçbir şekline yakınlık duymamış olup yobazın karşısına di-kilmiş bir gönül eğitimcisidir. Bir Allah dostu, bir hak aşığı olan Mevlâna bedenin dar kalıplarından kurtulup ruhun sonsuzluğunda kanat çırpmayı yaşam kılmış bir hoş görü sultanı, bir insanlık hazinesi, bir iyimserlik güneşi ve bir aşk okyanusu olarak zaman ve mekân üstüdür. Sabrın tezgâhında şükür dokumuş bir alçak gönüllülük padişahı olarak sevgiyi kıble, gönül mabedinde de kitabı insan kılmıştır. O bir sınırsız aşkın, bir kutsal inancın semazeni olarak sazıyla, sözüyle musukisi ve şiiri ile mısra mısra, harf harf tüm insanlara ilâhi vuslatı sunmuştur. Esasında ölümde yaşamayı, üzüntlerde sevinci bulmayı öğütleyen bir sevda ateşi olarak bir sırrı ezel, bir sırrı ebedi, bir hudutsuz mavera, bir ilâhi nurla nurlanmış bedir olarak ilâhi aşkın denizinde şekerin suda eridiği gibi erimiş denizin kendisi olmuştur.
O aşka aşık olarak tekmil aşk, tekmil inanç ve tekmil heyecandır. Hemen her sözü ciltler do-lusu hikmetleri içeren Mevlâna ölmekle dirilmek, varlıkta yok olmak, yoklukta var olmak, hasret içinde daima vuslatı yaşamak, bedenden cana, zamandan zamansızlığa yol bulmak hep bu yücelten aşkla mümkündür. ”Aşksız olma ki ölü olmayasın… Aşkta öl ki diri kala-sın. Ve bil ki aşk olmasaydı dünya donar kalırdı” sözleri onun aşkla bütünleşmenin yaşamın şartı olduğunu anlatmaktadır. Ölümümden sonra me-zarımı yerlerde aramayın ariflerin gönülleri bizim türbemizdir diyor…
Sema bir gösteri değildir. Ve eğer siz bir semazense-niz ”hamdım, piştim, yandım Elhamdülilah” nidası yüreklerinizde raks eder. Ve senden kurtul, hakkı bul ritmi gönlünüzde tahtını kurar. Artık ruh kendini saran bedenden çıkmış sevda bahçelerinin ufkundadır… Ve varoluşun kapısından,
”Can güzel, cana biçilen paha güzel”
”Hasret hasret kavuşman allaha güzel”
”Gerçek yüce varlığınla yok olduğum”
”Ne yok ki bu varlıktan daha güzel”
seslenişiyle girersiniz.
Söz buraya gelmişken onun şiir dünyasında kısa bir gezintiyi birlikte yapalım.
”Fihi – mâ fih” adlı eserinde ”Horasanda yaşa-saydım orada şiir yazmak ve söylemek ayıp olduğu için sadece vaaz vere-rek fikirlerimi söyleyecektim. Ama Anadolu insanının ve mü-ritlerimin şiiri sevmesi sebebiyle şiir yazdım” demiştir.
Oğlu Sultan Veledin ”İbtidanâme” adlı eserinden Mevlâ-nanın, Şemsin ölümünden son-ra kendini tamamı ile şiire verdiğini öğreniyoruz. Şiirlerini her ortamda yıkanırken, gezerken, otururken ve sema ederken kısacası her fırsatta Hüsamettin Çelebiye yazdırmıştır. Doğrusu Mevlâna bir duygu, bir sevgi, bir sınırsız heyecan ve serapa aşk dolu bir gönül eridir.
Bir konuşmasında ”Harfi, sözü ve sesi birbirine vu-rup parçalayayım da bunlar olmaksızın seninle konuşayım” derken hiçbir aracın, harf dahi olsa Allaha kendi arasına girmemesinin ilâhi aşkıyla tutuşmuştur.
13’cü yüz yılda yazılmış olmalarına karşın şiirleri çağımızın şiiri denecek kadar taze,diri ve canlıdırlar. Evrensel nitelikleri ile dünyamızın çokça ülkesinde söylenmektedir.
Abartmadan söyleyebiliriz ki, Mevlâna uluslar arası bir gönül şairidir. Nitekim ”Bir ayağım islâm prensip-leri üzerinde, diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” demiştir. Aynı çağda yaşayan Yunus Emre de ; ”Yetmiş iki millete ayni gözle bakarım” sözlerinin sahibidir.
Bu her iki sözde TEVHİTTİR. Yaradılanın, yaradandan ötürü sevilişidir. Benlik duyguları yok olmuş, egoları sıfırlanmış din, dil, ırk gözetilmeden insanlar sevgi halesiyle kuşatılmışlardır. Asırlar öncesinin bu sevgi, bu aşk, bu insanlık mihveri kapitalizmin kanatları altında eriyip gitti ve menfaat mihveri dünyanın merkezi oldu. Artık benlik duygularının ve egoların getirisine odaklanmış olanların saltanatı var. İnsanlık ve sevgi dininin kurucusu olan mevlâna bu konuda ”Temiz ve saf kişilerin meclisine rahmet yağar derler. Bizim anıldığımız meclise ALLAH yağar” demiştir.
Dünlerin bu yüce sevgisinin bugünlerin dünyasında kuru bir dere yatağına döndüğünü görmenin acısı düşünen ve hissedenler de çok derindir. Ve ahlâk ta-rihinin çocukları diye tanımlanan toplumumuzun ahlâk ve hukuk dışı bir ortamda yaşamayı adeta yeğlediğini hissetmek ve görmek tam bir işkencedir. Dünü ve yarını her an bugün yapan, bütün zamanlara, süresizliği tenden arılaştıran candan belirli kılan ve varlığı yokluk potasında bir ilâhi zaman içre var eden nurların şairinin şiirlerinde imbikten geçen sezişler, zerafetin ufkunda billûrlaşan deyişler ilâhi aşkın bahçelerinde yıl on iki ay müjde çiçeklerinin açılışı gözlemlenir.
Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki şiir Onda yaşama bakışın aracıdır. Arap, Fars edebiyatına en üst dereceden vakıf olduğu ka-dar Yunancayı bilmesinin yanında islâm bilgi ve felsefesine hakimdir. Bütün bu nitelikleri sebebiyle,
”Bizce gönül kırmalar yoktur”
”Yolumuz baştan başa var oluş yoludur”
”Yaşam yoludur, huzurdur, barıştır”
sözlerini yaşam çerçevesi olarak belirlemiştir. Mev-lânayı anlamaya çalışırken zamanı aşmanın ve za-manı aşarak yaşamanın da bir olgunluk meselesi olduğunu görüyoruz. ”Şu bilinen zamanı, bir an için aşabilirsen, senin için ”niçin ve nasıl” diye hiçbir soru kalmaz. Bunun için gönül eri can dostu ol-mak. Bedenden, tenden el çekmek. Benlikten uzalaşmak. Deryada bir katre olmaya rıza göstermek. Vuslattan öte bir hasreti tefekkür dolu vakitlere aşina kılmak gerek” sözleri içimizi aydınlatıyor.
Mevlâna bir anlayışın adamıdır. bu arayışının en güzelini bir ilâhi hasretin doruğunda bulmuş onu
şiirle söylemiş, şiirden taşan duyarlılığı da sema ile bezemiş ve yepyeni ilâhi bir musukiyi yaratmıştır.
Şiir, musuki ve sema diyor. Bıkmadan, usanmadan tekrarlayarak yaşamını sürdüren mizacıyla
İnsan devamlı hareket halindedir. Hareket insanı bir arayışa iter: Aramaksa insanın kurtuluşudur. Bu da gerçeği arayıştır. Gerçeği bulmak, gerçeği görmek ve gerçeği yaşamak, Mevlânanın bütün dünyasıdır.
”Bir can var, canında o canı ara”
”Beden dağındaki gizli mücevheri ara”
”Ey yürüyüp giden dost, bütün gücünle ara”
”Ama dışarda değil, aradığını kendinde ara.”
Bu dörtlüğünde de görülmektedir ki bedenle ilgisi yok. Mücevheri ara diyor. Bir başka deyişle Allahın evi diye tanımladığı gönülle ve gönlün içindeki hazi-neyle ilgilen diye yakarıyor. Çünkü O, İslâmiyetin insaniyete eşit olduğunun bilincindedir. Yaşamanın esas anlamının da bu olduğunu sazıyla, sözüyle, semasıyla anlatmanın tutkusuyla tüm insanları Hakkın birliğine ve İlâhi aşka çağırır.
”Gel Ne olursan ol yine gel”
”Mecusi, putperest olsan da gel”
”Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değil”
”Tövbeni yüz kere bozsan da gel.”
Bu bir aşk, bu bir sevda, bu bir inanç, bu bir dostluk ve bu bir hoşgörü ve barış çağrısı nerede ne zaman unutuldu ki uzunca bir zamandır toplumsal bir histeri geçiren toplumumuz, hemen hemen her konuda kavga eden ve hiç kimsenin birbirini anlamaya niyetli olmadığı bir ortama sürüklendi.
Oysa ”Gel” Mısralarında yaşandığı gibi evreni ve hayatı devamlı bir sevgi ve hoşgörü halesi içinde yorumlayan mevlâna yaşamı bir gelişim, değişim ve ye-nileşmenin içinde değerlendirmiş duraganlıktan uzak sürekli hareket olarak belirtmiştir. ”Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikatı keşfedemezsin. Ken-dini ancak bir başkasının aynasında tam olarak görebilirsin. Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitlerin ardında nice cennet bahçeleri vardır. ŞÜKRET!.. İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Aslolan dileğin gerçekleşmediğinde de şükredebilmektir.Şükür ve sabır iki sonsuz hazinedir: Ve sabretmek öylece durup beklemek değildir, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır dikene bakıp, gülü, geceye bakıp, günü ta-hayyül etmektir.” Buyurmuştur.
”Şu hem var, hem de yok olan dünyadan”
”Azar azar yoklar gittiler, varlar geliyorlar”
mısraları da ayni düşüncenin şiirleşmiş halidir. Keza:
”Eski mallar satanların nöbeti geçti”
”Yeni şeyler satıyoruz.”
”Bu pazar bizim pazarımız şimdi.”
Bunları okudukça aklınıza ister itemez kuantumla ilgili görüşler geliyor ve bütün bunları Mevlâna 700 yıl önce söylemişti diyorsunuz.
”Çok insan gördüm, üzerinde elbise yok.”
”Çok elbise gördüm içinde insan yok.”
Dünün bu muhteşem duyarlılığı karşısında bugünün özle ilgilenmek varken öz olmayana itibar etmenin ve onu öne çıkararak özü unutturma yanlışlığının toplumumuzu nasıl bir kaosa getirdiğini düşünmemek ve üzülmemek mümkün değildir. Sevgi dolu Allahtan korku dolu yöneticilere sığınma yanlışlığının azabı rahmanilerin gününü karartmakla kalmıyor, vicdanı pak olanları yarınların endişesi harap edi-yor. Bütün bir dünya Mevlânaya koşarken bizim on-dan uzaklaşmamızın anlaşılır yönü yoktur.
Bütün bir ömrünü insanların iyiye, güzele ve doğ-ruya ulaşmasına harcayan Mevlâna,
”Ben hacetler kıblesiyim, gönlün kıblesiyim”
”Cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben”
”Saf aynayım, sırrım dökülmemiş, paslanmamışım”
”Ben kin dolu bir gönül değilim”
”Tur-u Sinanın gönlüyüm.”
Mısraları ne olurdu tüm insanlar tarafından benimsenir olsaydı da dünyamız kan revan içinde kal-masaydı. En azından kendi toplumumuz tarafından anlaşılıp uygulansaydı da bazı gazetelerin sayfaları analarını doğrayan, çocuklarını lime lime eden, eş-lerini bin yerinden bıçaklayan dehşet sahneleriyle dolu olmasaydı. Hangi yönden bakılırsa bakılsın O bir aşk piridir. Bu aşk bir kendinden geçme bir kendini aşmadır. Bu aydınlık, iyimser ve sevinçle dona-tılmış olan aşma hali insanı nefsinden, bencilliğinden kurtaran bir tapınmadır.
”Alemde maksat insandır” diyen mevlâna yüce kitabımız Kuran-ı Kerimdeki ”İnsan ki o sorumlu” il-kesini savunmuştur. Ve ”gerçek bizim istediğimiz gibi değildir. Esas büyüklük insanları olduğu gibi kabul etmektir. Unutmayalım ki dünyanın herhangi bir köşesinde bir çocuk ölüyorsa, o çocuğun ölümünden hepimiz ayrı ayrı pay sahibi ve sorumluyuz. Bir yerde ölen de, öldüren de, yok olanda, yok edilende hep biziz. Çünkü her insanın varlığı, yaradılışının ve yaşantısının bir müşterek eseridir” der. Mevlânada insan, varlık ağacının meyvesidir. Ve bu insan ölümlü ile ölümsüzü, eğri ile doğruyu, iyi ile kötüyü insancıl yapısında toplayan bir bütünleştiricidir.
”Suret, suretsizlikten meydana geldi”
”Varlık peteğini ören arıdır”
”Arıyı vücuda getiren”
”Mum ve petek değildir”
”Arı biziz, şekil ve çokluk sadece”
”Bizim imal ettiğimiz mumdur.”
”Şekil ve cisim bizden vücuda geldi”
”Biz onlardan değil”
”Şarap bizden sarhoş oldu”
”Biz şaraptan değil”
Bu mısralarda insanlık şuurunun ve insan olmanın erdemliliğinin yüceliğini yaşıyoruz.Hazreti pir insanı Kuranın Tin suresindeki ”Biz insanı en güzel biçim-de yarattık” ayetiyle benimsemiştir…
Yaratılışımızın özünde şer ve ıstırap yoktur. İyilik, sev-gi ve hayr vardır. yaradan bu meziyetleri ile insanı
uyur gezer, pısırık, sönük, teslimiyetçi bir toplum ol-sun diye değil aksine gelişmeci, araştırmacı bir top-lum olsun diye yaratmıştır. ve madem ki insan varlıkların en şereflisidir, her nefeste Allahın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatılayarak buna yakışır şekil-de yaşamalıdır. Ve unutulmamalıdır ki Allah cezacı değil, rahman ve ödüllendiricidir.
Tasavvuf, Allah alemi bilinmesi için yaratmış ve sa-dece insanı ona lâyık ve kâmil (olgun-aydın) bilgi ile donatıp Allahı bilebilir olarak var etmiştir. Evrenin yaradılışını da:
”Kendi hüsnün hublar şeklinde peyda eyledin”
”Çeşm-i aşktan dönüp sonra temaşa eyledin”
mısraları iletamamlamıştır. Mevlânanın deyişiyle ”Hak, halkı, gizli güzelliğini görecek göz, hayran olacak gönül olsun diye halk etmiştir.” ”Her istediğini kendinde ara” ”Çünkü sen her şeysin! diyen Mevlânanın mısraları asırlar sonra büyük şair Yahya Kema l’in,”Bir sır gibiyiz az çok ilâh olduğumuzdan” mısraında yeniden ruhumuzu aydınlatan bir nûr olmuştur.
İnsan aşığı olan mevlâna sevgi okyanuslarının sonsuzluğunda insanın sevgisiyle yunup yıkanması tut-kusuyla şiirde, sözde ve semada ömrünü ”Şeb-i Aruz” gecesine hazırlamıştır.”İnsanı sevmek aslında Yaradanı sevmektir” diyen mevlâna balçıktan yara-tılan bedenle, nûrdan yaratılmış ruh arasındaki işbirliği için;
”Hiç şüphe yok ki, aşağının aşağısı bir bedenle, yü-cenin yücesi bir candan meydana gelişi, bu iki zıttı Tanrı bir bedende toplamıştır.” demiştir.
Asırlar sonra Feyzi-i Hindi ;
”Gökten yücesin topraktan bayağı”
”Yokluk zulmetiyle bağlıysan toprak”
”İlâhi nûrun tecelligâhı isen. Arş.”
dizelerin de aynı duygu ve düşünceyi şiirleştirmiştir.
”Hakiki Allah aşığı ezanı okurken ayağının altındaki minare su olup akar” sözleri göstermelik, sahte ve yapmacık niyazların değil içten, gönülden ivazsız ve garazsız yakarışların Allah nezdinde makbul oldu-ğunu anlatmaktadır.
”Ey oğul, bağlanma, hür olmaya bak. Ne zamana kadar altın ve gümüşün eseri olacaksın. Afiyet istiyorsan cihana meyletme. Ne kadar zengin olsan da ancak yiyebileceğin kadar yersin. Bak, çıplak geldik; giyindik. soyunduk. gidiyoruz. Ve bil ki aşk ve gönül inceliği helâl lokmadan meydana gelir. Bütün evreni araştırdım, iyi huydan başka liyakat bulamadım. “Ben kuran’ın bendesiyim, seçilmiş Muhammed’in ayağının tozuyum” diyen mevlâna da insan düşünceye sığmayacak kadar yücedir.

7 Eylül 2015 Pazartesi

6-7 EYLÜL 1955 & "KARANLIKTA KALAN BÜYÜK UTANÇ", AMA KİMİN?... ELBETTE DP'NİN DEĞİL


6-7 Eylül olaylarının 50. yılı nedeniyle Toplumsal Tarih dergisi, 1956 yargılamalarının hâkimi olan amiral Fahri Çoker'in arşivini yayımladı.  Bu arada Fahri Çoker arşivinden de yararlanarak kapsamlı bir araştırma yapan, Almanya Bochum Ruhr Üniversitesi Tarih Fakültesi'nden Dr. Dilek Güven'in 6-7 Eylül adlı kitabı geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bu yazı, Güven'in Toplumsal Tarih'te çıkan ve kitabının özeti niteliğinde.


6-7 Eylül olaylarının 50. yılı nedeniyle Toplumsal Tarih dergisi, 1956 yargılamalarının hâkimi olan amiral Fahri Çokerin arşivini yayımladı. Çoker, arşivindeki fotoğraf ve belgeleri, ölümünden sonra yayımlanmak üzere Tarih Vakfına bağışlamıştı. 6 Eylül gecesi ve 7 Eylül sabahı Milli Emniyet Hizmetleri ve yabancı gazetecilerce çekilen fotoğrafların büyük bölümü ilk kez yayımlanıyor. Çünkü sıkıyönetim tarafından yerli basına sansür getirilmiş, yabancı gazetecilerin fotoğraflarına da el konmuştu. Fahri Çoker arşivi Tarih Vakfınca kitap olarak yayımlanacak. Bu arada Fahri Çoker arşivinden de yararlanarak kapsamlı bir araştırma yapan, Almanya Bochum Ruhr Üniversitesi Tarih Fakültesinden Dr. Dilek Güven’in 6-7 Eylül adlı kitabı geçtiğimiz günlerde yayımlandı.
Bu dizide, Güvenin Toplumsal Tarihte çıkan ve kitabının bir özeti sayılabilecek makalesi, yine dergide yer alan Fahri Çoker arşivinden belge, fotoğraflar ve tanıklıklar eşliğinde yer alacak.
6-7 Eylül olaylarını çokuluslu Osmanlı devletinden Türk ulus-devletine geçiş döneminde yaşanan sorunlarla ilişkilendirmek mümkündür. Farklı etnik grupları barındıran Anadolunun homojen hale getirilmesi, Kemalist elit tarafından başarılı bir ulus-devletin vazgeçilmez şartı olarak görülmüş ve yeni kurulan devletin Hıristiyan azınlıklara haklarını garanti etmesine rağmen, 1920li ve 30lu yıllarda hükümetler zaman zaman aleni bir asimilasyon politikası gütmüştür. Her ne kadar tüm vatandaşların yasal hak ve yükümlülüklerdeki eşitliğinden söz edilse de, günlük hayatta devletin kimlik politikası temelde Türklük üzerinden belirlenmiş, bu yolla millet olma, modernleşme ve Batılılaşma sürecinin ivme kazanacağı ümit edilmiştir.
Hükümetin özellikle ekonomi politikası alanında aldığı önlemler, Türk unsurun taşıyıcı öğe olarak düşünüldüğünü gösterir. Nitekim 1942 yılında yürürlüğe giren Varlık Vergisi, Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ekonomideki liderliğine son vermeyi hedeflemiştir.
Devletin zorunlu göç ve iskân politikaları da bu homojenleştirme çabalarıyla bir arada değerlendirilmeli, dolayısıyla, 1934teki, Trakya olayları olarak bilinen ve Yahudileri zorunlu göçe sevk için yapılan saldırılar ile 1930larda Kürtlere uygulanan iskân politikaları da bu bağlamda ele alınmalıdır. Aynı dönemde, 1929-1934 arası Anadolu Ermenilerinin Anadolunun merkezlerine ve ardından İstanbula göç ettirilmesinin amacı ise gayrimüslimleri tümüyle Anadoludan uzaklaştırıp İstanbulda toplamaktır. 1946 da yazıldığı düşünülen bir CHP azınlık raporu bunu açıkça ifade eder. Rapora göre, 1950lere kadar Anadolu, Yahudi ve Hıristiyanlardan temizlenmeli ve sonra İstanbul, Yunanistanla olan bağları ve nüfusun çokluğu nedeniyle Rumlardan arındırılmalıydı.
Seçmenlerin üçte biri
Türkiyenin 50li yıllardaki milli politikası 30lu ve 40lı yıllardaki politikaların devamı olarak değerlendirilmeli, bu doğrultuda 6-7 Eylül olayları etnik homojenleşme ve milli ekonomi yaratma çabası bağlamında incelenmelidir. Çokpartili hayata geçiş sonrası azınlıkların hükümetlerle olumlu ilişkiler geliştirmesi, gayrimüslimlerin seçmen olarak önemsenmeye başlanmasından kaynaklanır.
Bu dönemde, İstanbulda seçmenlerin üçte biri gayrimüslimdir. Seçim dönemleri CHP ve DPnin Varlık Vergisinin geri ödeneceği yönündeki vaatleri ise seçim propagandasından ibarettir.
Menderes hükümetinin azınlıklara karşı baştaki liberal politikası, gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla değişir ve ilişkiler gerginleşir. Özellikle Kıbrıstaki olaylarla birlikte 1953ten itibaren gazetelerde Patrikhane ve Rumlara karşı başlatılan kampanya, 6-7 Eylül olaylarından evvel doruğa ulaşır. Rumlara yöneltilmiş gibi görünen saldırı, aslında tüm azınlıkları içine almaktadır, Rum burada sadece bir örnektir. Gazetelere göre asıl suçlu, Türkleri provoke eden gayrimüslimlerdir. 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrısla ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59u Rumlara aitken, kalan yüzde 17nin Ermenilere, yüzde 12nin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.
İşyerleri Müslümanlara
Bu olaylar devletin hedefine uygun bir göç dalgası başlatır. Ancak, tahribatın yarattığı maddi zorluklar, İstanbuldaki Yunan Konsolosluğunun ve Patrikhanenin Rumlara İstanbulda kalmaları yönündeki telkini, Yunanistan hükümetinin Rumların Yunanistana yerleşimi konusunda çıkardığı bürokratik zorluklar ve Türk devletinin azınlıkların malvarlığının satışını engellemesi gibi nedenlerden dolayı, söz konusu göç olayların hemen ardından gerçekleşmez. Birkaç ay içinde, büyük işyerlerinin önemli bir kısmı gayrimüslimlerden Müslümanlara devredilir, büyük tahribata uğrayan dükkânlar ise hiç açılmamak üzere kapanır. Gayrimüslimlerin birçoğu artık Türkiyede yatırım yapmaktan kaçınır. Olaylardan altı ay sonra başgösteren göç dalgasıyla ulusu homojenleştirme planında bir adım daha atılmış olur. İstanbul basınıysa bu göçü daha çok geleneksel azınlık sadakatsizliği ve yabancı devletlerle tarihi ittifakla açıklama girişiminde bulunur.
Azınlıklar niye DPyi destekledi?
Gayrimüslimlerin çoğunun 1957 seçimlerinde Demokrat Partiyi desteklemesinin nedeni, bazı yazarların öne sürdüğü gibi, DPyi 6-7 Eylül
olaylarından sorumlu tutmamaları değildir. İlk planları seçimi boykottu, bu da DPnin örneğin İstanbulda seçimleri kaybetmesine yol açabilecektir, fakat DPnin iktidara geldiğinde intikam alabileceği korkusu ve CHPye olan geleneksel antipati nedeniyle seçime katılma kararı verilir.
1955ten itibaren DP hükümeti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşı karşıya kalmış ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmiştir; şüpheli metotlarla muhalefeti susturma çabaları ise basının, aydınların ve öğrencilerin de DPden soğumasına yol açmıştır. Örneğin Alman Dışişlerinin bir raporuna göre daha olaylardan 15 gün evvel, muhalefeti kontrol amacıyla 7 Eylül 1955 günü İstanbul, Ankara ve İzmirde sıkıyönetim ilan edilmesine karar verilmiştir. 1956 yılında muhalefeti baskı altına almak için Basın ve Toplantı Yasasına getirilen kısıtlamalar da büyük ölçüde 6-7 Eylül olaylarıyla gerekçelendirilmiştir.
Hükümete göre, İstanbul Ekspres gazetesi 6 Eylülde halkı suça teşvik etmiş ve sivil örgütler Toplantı Yasasının verdiği özgürlüklere dayanıp yaptıkları gösterilerle ülkeyi kaosa götürmüştür.
Tanıklar anlatıyor:  Bir kamyon taşla geldiler
“Çok, çok fena. O zaman ben evliydim, iki yaşındaydı Lula. (Sarıyer) Yenimahallede yazlıktaydık. İstanbuldan haber geldi, Beyoğlu yanıyor. Saat sekiz, sekiz buçuk filan. Taş dolu bir kamyon geldi. Kamyonun içinden 10-15 kişi çıktı, ilk evvela gazinoyu kırdılar, bir şey bırakmadılar. Bir araya toplandık, zangoç vardı, karısı ve oğluyla; papaz vardı kızları ve karısıyla beraber. Başladılar dışarıdan camları kırmaya, taş atmaya. Aman napalım derken artık karanlık da oldu. Arka tarafta bir Türk ailesi oturuyordu, biliyordu o ne olacağını. Hemen papazın kızlarını aldılar, pencereden.
Öldürme değil, kırma iznimiz var
Ben Lulayı şiltenin altına koydum, çocuğu öldürecekler. Taşlar yağmur gibi geliyor. Evin kapısına geldiler. Onu da tekmeyle kırdılar. Babam hemen oda kapısını açtı. Türkçeyi Türk gibi konuşuyordu babam. Kırıyoruz dedi, Kıbrıs için. Helal olsun, vatana helal olsun dedi, gelenler. Beni, karımı, kızlarımı öldürün dedi babam. Yok, öldürmeye iznimiz yok dediler, kırmaya iznimiz var. İsmini sordular, Kemal dedi babam. Afedersin, Kemal ağabey deyip gittiler. Bakkala gittiler, bakkal da diyor ki, Hangi Kemal? Bu Koçodur, Rumdur. Tekrar geldiler. Radyo ve buzdolabını pencereden aşağı attılar. Yataklar, elbiseler, gardırobun içinde bir şey kalmadı. Yani biz kaldık. Titriyorduk, Kırın diyordu babam, ne yapsın, kırın, atın, helal olsun, atın! Kırdılar, vurdular, gittiler. Papazın kızlarını istediler. Burada yoklar dedik. Papazı aldılar, bir motosikletin üstüne bağladılar, yol boyunca çektiler.”
Aynı saatlerde, F.S.nin kocası bir an önce ailesinin yanına gelmek üzere Sirkeciden yola çıkar. “O akşam kocam işteydi. Saat üçte geldi; Sirkeciden, Yenimahalleye yayan geldi. O da kırıp yırtıp da geliyordu, ne yapsın. Kırmayan, yıkmayan gâvurdur, diye düşünüyorlardı.” (Tarihe Bin Canlı Tanık projesi kapsamında 74 yaşındaki ev kadını F.S. ile yapılan görüşmeden.)
unan basınına göre 6-7 Eylülün sorumlusu İngilteredir. Arşivlerde de İngilterenin planlanlamada katkısı olduğuna dair ipuçları vardır. İngilterenin Atina Büyükelçisine göre yüzeysel Türk-Yunan ilişkilerini bozmak için küçük bir şok yetecektir
Konuyla ilgili ilginç bağlantılardan biri, İngiliz hükümetinin 6-7 Eylül olaylarının organizasyonunda bir payı olmasıdır. 1950lerin başında bir İngiliz sömürgesi olan Kıbrısın Rum-Ortodoks halkının Yunanistan ile bütünleşme isteği, İngiliz hükümetini 29 Ağustos-7 Eylül arasında Londrada Türkiye, Yunanistan ve İngilterenin katıldığı bir konferans düzenlemeye sevk eder. Neden, Kıbrıs olayının çözümüne bir katkı yapmak değildir. Yunanistan Kıbrıs konusunu sonbaharda Birleşmiş Milletlerin gündemine götürmeyi planlarken, İngiltere hükümeti Kıbrısın uluslararası bir platforma taşınmasını engellemek isteğindedir.
Konferansla hedeflenen, sorunun sömürgeci İngiltere ve Yunanistanın değil, Türkiye ile Yunanistanın gündemi olduğunun ispatlanmasıdır. Foreign Office bürokratlarının iadesiyle, Türkler pasif durumlarından uyandırıldıkları zaman Kıbrıs, BMnin gündemine girmeyecekti. Konferanstan önce MacMillan, Türk delegeleriyle görüşerek Yunanistana karşı uzlaşmaz bir tavır sergilemelerini ister:
“Türkler görüşlerini ne kadar sert ifade ederse o kadar olumlu olur.”
Politik ve ekonomik krizdeki Menderes hükümeti, kamuoyunun ilgisini Kıbrısa çekmeye çalışır. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, MacMillanın isteği doğrultusunda konferansta sert bir açılış konuşması yapar; eğer Atina Kıbrıs tavrında değişiklik yapmazsa, Türkiye de Lozan Antlaşmasını tekrar gözden geçirecektir. Türkiyenin bu katı tutumu Yunan delegelerini şaşırtır ve İngilizleri sorumlu tutmalarına yol açar. Olayların patlak verdiği 6 Eylülde Londradaki konferans dağılır.
Yunan basınına göre olayların sorumlusu İngilteredir; nitekim arşivlerde İngilterenin 6-7 Eylül olaylarının planlanmasında bir katkısı olduğuna dair ipuçları mevcuttur. Örneğin Atinadaki İngiliz Büyükelçiliğinin Yunan-Türk dostluğunun çok yüzeysel bir vaka olduğuna değinen ve küçük bir şokun, örneğin Selanikteki Atatürkün evinde meydana gelecek küçük bir tahribatın derhal ilişkiyi zedeleyeceğinden bahseden Ağustos 1954 tarihli bir beyanı söz konusudur. İngiliz Dışişlerinden bir bürokrat ise daha açık ifadeyle Ankarada meydana gelecek birkaç olayın aslında işlerine çok yarayacağını belirtir. İngiliz Milletvekili John Strachy de Türkiyenin aslında Kıbrısın Yunanistana verilmesinden çekinmemesi gerektiğini, çünkü garanti olarak İstanbulda büyük bir Rum azınlığı olduğunun altını çizer.
Yumuşak protesto
İngilterenin olayların hemen ardından verdiği tepki de dikkat çekicidir. Dışişleri Bakanı MacMillan, Türkiyeye, zarar gören İngiliz vatandaşların tazminat haklarının ertelenmesini öngören yumuşak bir protesto çeker. Foreign Office de İngiliz basınında İstanbulda yaşayan İngilizlerin de büyük zarar gördüğünün altının çizilmesini ister. Böylelikle İngilterenin olayların planlanmasında bir rolü olmadığı kanıtlanmak istenmektedir.
6-7 Eylül olaylarında İngiltere için en büyük başarı Amerikanın Kıbrıs politikasının değişmesidir. Yunanistan 1955 baharında Kıbrıs meselesini BM gündemine getirmek istediğinden söz ettiğinde, hükümeti bu planı desteklemeye eğilimli olan Amerika, olaylardan sonra ise NATO üyesi bu iki ülkeye aynı içerikte sert bir protesto çeker ve BMde Kıbrıs konusunun gündeme gelmemesi için lobi çalışmaları başlatır. İngiltere amacına ulaşmıştır. 23 Eylül 1955 günü BMde yapılan oylamayla, Kıbrıs sorunu gündem maddesi haline getirilmez.
6-7 Eylül olaylarının kimler tarafından gerçekleştirildiği sorusunu cevaplamak için devletin fail olarak suçladığı kesimden başlanabilir. Sıkıyönetim ilan edildikten sonra İstanbulda 5 bin 104, Ankarada 300, İzmirde ise 170 kişi tutuklanır. Hükümetin yaptığı ilk açıklamaya göre gençlik Selanikteki patlamalarla ilgili bir miting düzenlemiş, komünistler de bundan faydalanıp tahribat yapmıştır.
Hükümet, 10 Eylül 1955te sıkıyönetim dolayısıyla üç bölgeye ayrılmış İstanbulda Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy askeri mahkemeleri olmak üzere üç ayrı mahkeme kurar.
Hâkimler, özellikle polislerin faillerle ilgili hiçbir kanıt toplamamış olmasından şikâyetçidir. Sol eğilimli şahıslar veya komünistler ise polis tarafından rastgele hazırlanmış bir listeye göre tutuklanır. Listede, ölmüş veya askerde olan kişiler bile vardır. Tutukluların çoğu Aralık 1955te serbest bırakılır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, muhalefet lideri İsmet İnönünün, hükümeti ağır bir dille eleştiren ve gerçek suçluları takip yerine suçsuz vatandaşlara işkenceyle suçlayan konuşmasıdır. Menderes, bu konuşma için İnönüye, “Paşam vatan bu konuşmayı affetmeyecek” diyecektir.
6-7 Eylül olayları iktidardaki Demokrat Partisi, Milli Emniyet Hizmetleri (MAH), öğrenci/gençlik dernekleri, sendikalar ve Kıbrıs Türktür Cemiyetinin (KTC) işbirliğiyle organize edilmiştir. Görünürde öğrenci dernekleri tarafından resmi olarak Ağustos 1954te kurulan KTCnin amacı Kıbrıs konusunda Türkiyenin pozisyonunu desteklemek ve kamuoyu yaratmaktır.
Fakat aslında Londradaki Türk büyükelçiliğinin telkiniyle hükümet tarafından kurulmuş olan bu derneğin yönetiminde şu adlar görülür: Hikmet Bil (Hürriyet gazetesi yazıişleri müdürü ve avukat), Hüsamettin Canöztürk Milli Talebe Federasyonu Başkanı), Orhan Birgit (gazeteci), Ziya Somer (öğrenci) ve gazeteci olduğunu öne süren Kamil Önal. Dernek, kuruluşundan itibaren hükümetle yakın işbirliği içinde olmuştur. Örneğin Hikmet Bil, Menderes ve Dışişleri Bakanı Fuat Köprülüye 1952 Atina gezisinde -Menderesin özel isteğiyle- refakat eder. Her ne kadar Bil derneğin halktan bağış toplayarak Kıbrıs davası için hükümete teslim ettiğini öne sürse de, aslında tersine devletin desteği söz konusudur; KTCye kuruluş yılında 350.bin TL, daha sonra da her sene 200.bin TL ödenir. Sadece gazeteci değil, aynı zamanda MAH üyesi olan bir diğer idare heyeti üyesi Kamil Önal ise KTCden önce, Ermeni ve Kürtlerin aktivitelerini gözlemlemek üzere Suriyede görev almıştır. KTC aynı zamanda öğrenci ve gençlik dernekleriyle de yakın ilişki içindedir. Örneğin Türkiye Milli Talebe Federasyonu Başkanı Hüsamettin Canöztürk KTCnin idare heyetindedir ve dernekte öğrenci sayısı bir hayli yüksektir.
KTCnin diğer bir ayağını teşkil eden sendikalar da o dönemde hükümet tarafından finanse edilen ve ideolojileri devlet tarafından belirlenen örgütlerdir. KTC ile sendikalar arasındaki işbirliği, KTC şube başkanlarıyla sendika başkanlarını aynı kişilerin teşkil etmesine kadar gidebilmektedir. Tekstil Örme Sanayii İşçileri Sendikası Başkanı Bahir Ersoy, hem Türkiye Milli Gençlik Teşkilatının (TMGT) başkanı, hem de KTCnin kuruluş üyesidir.
KTC Paşabahçe şubesinin idare meclisi de Paşabahçe Cam ve Şişe Sanayii İşçileri Sendikasının idare heyetince oluşturulmuştur. Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası İdare Meclisi Üyesi Fethi Çelik aynı zamanda KTCnin Karagümrük şubesi idare meclisine, Su İşçileri Sendikası üyesi Kemal Nadi, Fatih şubesi idare meclisine üyedir.
Annem başörtüsü taktı, Türk sandılar
 Kumkapıda, iki katlı kâgir evinin önünde, yarım yüzyıl önceki kâbusu anlatıyor, Sarkis Çerkezyan. Gizli TKP üyesiydi. Kumkapıda iki marangoz dükkânı vardı. Evi Yedikuledeydi.
“Anneme, Müslüman kadınlar gibi görünsün diye beyaz başörtüsü taktık. Pencereye bir bayrak uydurduk. Kapıya oturdum. Kalabalık bir grup önümden aktı. Kiminin elinde bir top kumaş, kiminde bir makine parçası vardı. Bütün cadde eşya doldu. Sadece Rum evlerini değil, tüm gayrımüslimlerinkini yağmaladılar. Yedikule Caddesi üzerindeki bir kiliseyi ateşe verdiler. Kıvılcımlar bizim evin üstüne düşüyordu. Caddede üç kişi durdu. Bizim eve bakıyorlardı. Yanlarına gittim, Bu evin sahibi Ermeni. Şimdi Floryada yazlıkta. Aşağıda ben varım, hatırlatırım dedim. Annem Müslüman bir kadın gibi kahve pişirdi. İçtik birlikte… Yağma saatler sürdü. Gece yarısına kadar kapıdan ayrılmadım. Sonraki gün dükkânıma gittim. Kepenkler kırılmış, dükkâna girilmişti. Benim dükkâna komşum Laz Mehmet girmiş. Sabahları birlikte çay içerdik. Çok ağrıma gitti.
Evet, 6-7 Eylülde çok çektik. Ama bu halkın çok iyiliğini gördük. Tehcirden kaçıp Karaman dağlarına çıkan babamı, idam fermanı olmasına rağmen sakladı Türk köylüsü. Eşimin cenazesine ta Silifkeden geldiler. Ermenistana yerleşecektim, bırakıp da gidemedim. Hem hanım istemedi hem de yoldaşlarım bırakmadı. Çünkü büyük düşlerimiz vardı.”
Tanıklar anlatıyor: Beyoğlunu yıktılar siz duruyorsunuz…
“Üç parti olarak geliyorlardı. İlk parti bağırıyor çağırıyor, ikinci parti Rum dükkânlarını kırıyordu. Kepenkler kolay açılmıyordu. Hazırlıklıydı bu iş, ellerinde demir sopalar, kepenkleri deldiler, açtılar, neler varsa hepsi yere döküldü. Üçüncü parti hırsızlık için geliyordu. Ve çanlar çalıyordu, kiliselere girdiler, çanları çalıyorlardı. 12ye kadar yani… Nasıl yaşadık, tarif edemem.”
Rumlar 1953-1954 yıllarında Kıbrısın Yunanistana ilhakı istemiyle
adada Türklere ve İngilizlere yönelik şiddete başlarlar. Kısa sürede Kıbrıs sorunu milli bir dava haline döner.
“O yıllarda ekonomik durgunluk vardı, enflasyon artıyordu. Müthiş bir darboğaza girdi Türkiye, darboğaza girince, halkın (ilgisini) başka bir tarafa çekmek icap etti.”
Birbiri ardına Kıbrıs sorununu sahiplenen dernekler kurulur. Ulusal basında başlatılan bir kampanya ile Patrikhane ve Rumlarla ilgili yayımlanan olumsuz haberler, vatandaşların Ya Taksim, ya ölüm sloganları ile İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde mitinglere zemin hazırlar.
Takvimler 1955 yılını gösterdiğinde, Kıbrıs sorunu iç ve dış politikanın en önemli tartışma konusu haline gelir. Ağustos sonunda başlayan ve İngilterenin davetiyle düzenlenen Londra Konferansında adanın ve garantör devletlerin statüleri tartışılır. Konferansın ikinci tur görüşmeleri başlamadan bir gün önce 4 Eylül günü Kıbrıslı Türkler, Rumların adada yürüttükleri Enosis politikasını mitinglerle protesto ederler.
6 Eylül, öğle saatleri
6 Eylül günü, Selanikteki Atatürkün evinin bombalandığı haberi İstanbula ulaştığında Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay öğle yemeğinde beraberdir. Menderes, haberin radyodan duyurulması talimatını verir. İstanbul Ekspres gazetesi de ikinci baskısını yaparak haberin tüm İstanbulda duyulmasını sağlar: “O gün Dolmabahçedeki maçtan çıktık, kapıda akşam gazeteleri vardı. Ekspres, büyük başlık atmıştı, Atamızın evi bomba ile hasara uğradı diye. Herkeste büyük bir infial doğdu. Fakat sonradan öğrendik ki,
Atatürkün evine bombayı koyan MİTmiş.” (72 yaşındaki emekli bankacı H.Ö., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Kıbrıs sorunuyla ilgilenen dernekler bu haberi kısa sürede duyar ve misillemeye yönelik açıklamalar yaparlar. Tepki sokağa dökülmeye hazırdır ve aynı gün, akşamüstü derneklerin örgütlediği büyük bir grup Taksime yürüyüşe geçer. İlerleyen saatlerde Ya Taksim, ya ölüm, Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır sloganları ile yürüyen gruplar ilk olarak Rum gazetelerinin bürolarına saldırır.
“O akşam sinemadaydım, meğer ki gündüzden beri hazırlıklar varmış, Süreyya Sinemasındaydım, film oynarken durdurdular filmi, biri çıktı sahneye bir şeyler söyledi, Ne alakası var dedik, yine de aymadık, çıktık ki millet caddelerde!” (71 yaşındaki eczacı M.S., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Ancak Müslüman ailelerin bir kısmı o gece olacaklardan haberdardır: “Haber geldi bize, bu gece bir şeyler olacak dediler, biz korktuk sanki bize olacakmış gibi. Manolun kurukahve dükkânını, Rum gazinolarını kırdılar. Rumların nesi varsa hepsini kırdılar. Yervant vardı, o Yahudiydi, onun mefruşat dükkânının camlarını kırdılar, yırttılar kumaşları; topları böyle arabaların arkalarına bağladılar, arabanın biri bu tarafa gitti biri şu tarafa, yırttılar onları.” (60 yaşındaki ev kadını M.Y., Akdeniz Sesleri)
Korkmayın, biz buradayız
“Olaylar bizim burada, Büyükderede de başlayınca, gayrimüslim komşularımız tedirgin oldu, biz de onları evimize aldık. Babam kiliseye takıldı. Ama yine de arkadan girip yakmışlar kiliseyi. Sabaha kadar nöbet tuttuk. Başka yerlerden motorlarla gelenler oldu.” (84 yaşındaki müteahhit S.O., Akdeniz Sesleri)
“Büyükdereli gençlerin, bizlerin Rum arkadaşlarımız vardı. Ben o zaman kulüp başkanıydım, Rum çocukları çağırdım, Telaş etmeyin biz buradayız, size bir şey yaptırmayız dedim. Korktular, sindiler, dövecekler, parçalayacaklar, öldürecekler diye. Hiç unutmam Andon vardı, matbaacı. Apostol vardı sonra. Beyaz Parka doğru sahilden yürüyoruz beraberce, bu arada haberler geliyor, Beyoğlunu şöyle yıktılar, böyle parçaladılar. O sırada bir araba geldi, kırmızı vişneçürüğü renginde. Arkasından upuzun kumaş parçası, sürünüyor yerlerde. Tam parkın önünü dönerken, arabanın içinden, Ne duruyorsunuz lan Beyoğlunu yakıyorlar, Rumların yerlerini yıktılar, siz duruyorsunuz! dediler. Araba hızla gitti. Andona dedim ki, Sen merak etme, evine bıraktım onu. Kilisenin kapılarını kırmışlar, çok güzel ikonalar vardı, hep parçalamışlar, yerlere atmışlar.” (Emekli bankacı H.Ö.)
Kiliseler de yağmalandı
Şehrin dört bir yanında, evler ve işyerleri yağmalanırken, kiliseler de ateşe verilir; hatta bazı gayrimüslim mezarlıkları parçalanır. Balıklı Rum Kilisesinin papazı öldürülür. Kiliselere girdiler, bidonların içine gaz doldurdular, kiliseleri yaktılar, Burası Rum kilisesi dediler. Samatyadaki kiliseye girmişler, orayı da tarumar etmişler. Sanmışlar ki, o da Rum kilisesi, kilise ya! Mahmutpaşayı berbat ettiler. Onlar sandılar ki bütün şeyler dükkânlar Rumdu, halbuki Ermeni de vardı orda. Genel olarak Ermeni kilisesine dokunmadılar, ne patrikhaneye dokundular, ne Kumkapıdaki kiliseye dokundular. Tertipti, tertip şöyle ki Aileye dokunma, mala dokun, aileye dokunmadılar. Geldiler, ne varsa yıktılar, radyoları aşağı attılar, buzdolaplarını aşağı attılar. Çapulcular, Rumların kadınlarının ellerinden, yüzüklerini, bileziklerini aldılar. Dışarıdan gelenler, Hangisi Ermeni evi, hangisi Rum evi? diye soruyorlardı. Bizim yanımızdaki ev Rumdu, onu tarumar ettiler.”
Olaylar yağma ve talana dönüşür.
“Bizim köşedeki mezeciye, sütçü Argiri, saldırdılar. Bahariye Caddesi ve Altıyoldan aşağı kumaş dükkânları ve kuyumcular yağma edildi. Ben gözümle gördüm kaşarpeyniri imalathaneleri vardı, kaşarlar denize yuvarlanarak gitti. Kumaş yığınlarından, tramvaylar çalışamadı.” (67 yaşındaki şoför A.İ.T., Akdeniz Sesleri)
Yüksek rütbeli bir Türk bürokratın itirafı: Atatürkün evi, 6-7 Eylül Olaylarında bir gerekçe olarak kullanılmak amacıyla bombalandı. İngiliz ve Alman kaynaklarına göre olayların tertiplenmesinde devlet ve hükümet yetkililerinin de payı vardı
6-7 Eylül Olaylarından bir ay evvel Kıbrıs Türktür Cemiyetinin (KTC) faaliyetleri artar; Hikmet Bil ve Kamil Önal, Londra, Kıbrıs ve İstanbul arasında mekik dokur. Ağustos 1955 ortasında üç şubesi olan derneğe, 6 Eylüle kadar 10 yeni şube eklenir. Bunların birçoğunun Demokrat Partinin ocak bucak örgütleri tarafından kurulmuş olması dikkat çekicidir.
4 Eylül 1955 günü Hikmet Bil öğrencilere verdiği bir direktifle Taksim Meydanında Rumca gazeteleri yaktırır. Kamil Önal ise aynı gün, üzerinde Kıbrıs Türktür yazılı tam 20 bin plakatı bastırtıp öğrencilere dağıttırır. Olaylardan bir gün evvel Menderes, Bil ile görüşüp Londradaki Kıbrıs konulu konferansa katılmış olan Zorludan bir şifreli telgraf aldığını ve bu telgrafta Zorlu, Türkiyeden tepki beklediğini, Londrada zapt edilemeyen bir Türk kamuoyundan bahsedilmesini istediğini anlatır.
Bu bilgi aynı gün Bil tarafından KTC şubelerine iletilir. 7 Eylül 1955 günü KTCnin tüm idari meclis üyeleri tutuklanır ve dernek kapatılır. Tutuklananlar arasında sendikalı işçi, öğrenci ve DP üyesi çoktur. İşçi sayısının fazlalığı, sendika başkanlarının KTC üyelikleriyle
açıklanabilir. Tutuklamalar sonucu 34 sendika kapanır. Olaylardan evvel işçiler, sendika başkanları tarafından mobilize edilmiş, sendikaların yardımıyla taş, balta, gibi araçlar temin edilmiş, Tekstil İşçileri Sendikası tarafından bayraklar dikilmiştir. Şoförler Cemiyeti ve Motorlu Taşıt İşçileri Sendikasının üyeleri sayesinde ise saldırganları şehrin tüm noktalarına taşıyan araçların koordinasyonu sağlanmıştır.
Tutuklananların büyük bir kısmı aynı zamanda Demokrat Parti üyesidir. Partinin Kızıltoprak şubesi üyelerinden, Fenerbahçedeki saldırgan grubunun önderi Serafim Sağlamel, elinde gayrimüslimlerin adres listeleriyle tutuklanır. 6 Eylül 1955 günü Demokrat Parti
üyeleri merkezden, İstiklal Caddesinde ufak çapta bir nümayiş düzenlenmesi ve birkaç dükkânın camının kırılması yönünde bir direktif almıştır. Tahribatın bu kadar büyük olması bazı parti üyelerini şaşırtmışa benzer.
Öğrenci ve gençlik örgütleri ise 6 Eylül öğleden sonra yapılan mitinglerde halkı kışkırtmak için kullanılır. Hem Milli Emniyet/Amele Hizmetleri (MAH) hem de Demokrat Parti ile yakın ilişkide bulunan Mürşit Yolgeçen adlı bir üniversiteli mitinglerde önemli bir rol oynamıştır. Yolgeçen, birkaç gün önce Üniversiteler İstanbul Talebe Cemiyeti adında, sadece beş üyesi olan bir dernek kurup, olayların başladığı saatlerde Beyoğlunda kendini bu derneğin başkanı olarak tanıtır ve Atatürkün evinin patlama haberini duyurur.
KTC ve gençlik örgütleri üyeleri hapishanede Emniyet Başmüfettişliğinin aralarına soktuğu bir ajana, bu olayların organizasyonu için hükümet ve devletin bazı resmi makamlarından para ve direktif aldıklarını ve serbest bırakılmadıkları takdirde bu durumu açıklayacaklarını itiraf ederler. Bu arada, kaldıkları hapishanenin koşulları oldukça elverişlidir. İstihbarat mensubu Kamil Önal hapishanedeyken KTC bürosunda bulunan ve istihbarata ait bir dosyayı öğrencilere yaktırır. Aralık 1955te, KTC idare heyetlerine üye 87 kişi serbest bırakılır ve 12 Şubat 1956da 17 kişiye dava açılır.
Tek suçları, gazete yakmak
Mahkemenin iddianamesi KTC üyelerini sadece olaylardan evvel Taksim Meydanında öğrencilere yaktırılan Rumca gazetelerden dolayı suçlamaya yöneliktir; 6-7 Eylül Olaylarındaki teşvik ve destekleri göz ardı edilir. Mahkemeye bu olaylarda Demokrat Parti üyeleri ile MAH, öğrenci-gençlik dernekleri, sendikalar ve KTCnin işbirliğine işaret eden, 1. Şube tarafından hazırlanmış bir fezleke intikal eder. Fakat Emniyet Umum Müdürü Kemal Aygün, Kominformun bu olaylarla ilgisinin açıklanmadığı gerekçesiyle MAH mensubu general Şevki Mutlugilden yeni bir fezleke ister. Bu fezlekeye göre 6-7 Eylül Olayları, Kominform ve Komintern tarafından NATOya sabotaj amacıyla düzenlenmiştir. Sunulan kanıtlar, Türkiye Komünist Partisi broşürleri ile Nâzım Hikmetin Kıbrıs işçilerine emperyalist güçlere başkaldırma çağrısı yapan iki mektubudur. Mahkeme sadece bu ikinci fezlekeye dayanarak KTC ve gençlik derneği üyelerini yargılar.
İddianamede Kemal Önalın Lübnanda MAH için çalışırken Komintern çevreleriyle ilişkiye girdiği ve 6-7 Eylül Olaylarının organizasyonunda bu ilişkilerinden yararlandığı öne sürülür. Mahkemeye ve MAHtan gelen
ikinci rapora göre Önal, KTCdeki faaliyetleri sırasında ise artık MAH mensubu değildir. Bu argüman ile olayların organizasyonunda MAHın iştiraki imkânsız kılınmış olur. Oysa Selanikte Atatürkün evinin bahçesine konulan ve olayları başlatmak için gerekçe olarak kullanılan bombadan bile MAH sorumludur. Yüksek rütbeli bir Türk bürokrat, bir ABD Büyükelçiliği üyesine bu patlamanın 6-7 Eylül Olaylarında bir gerekçe olarak kullanmak için gerçekleştirildiğini itiraf eder. 12 Ocak 1957de tüm suçlular İstanbul 1. Ceza Mahkemesi kararıyla kanıt yetersizliğinden beraat eder.
Özellikle İngiliz ve Alman kaynaklarına göre, 6-7 Eylül Olaylarının organizasyonuna iştirak edenler arasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İstanbul Valisi Gökay ile İzmir Valisi Kemal Hadımlı vardır. Emniyet Başmüfettişliğinin bir raporuna göre, hükümet Yunanistana baskı yapmak için küçük çapta bir olay planlamış, ama olaylar çok genişleyince suç komünistlere atılmıştır. 1960 darbesinden sonra kurulan Yassıada Mahkemesinde, adı geçen hükümet üyeleri 6-7 Eylül Olaylarından dolayı da suçlanır. Her iki mahkemede (İstanbul ve Yassıada) olayların Demokrat Parti üyeleri ile MAH, öğrenci/gençlik dernekleri, sendikalar ve KTCnin işbirliğiyle gerçekleştirdiğine dair delil bulunmasına karşın, iki davada da bu durum değerlendirilmez. İstanbul mahkemeleri (1955-1957) devletin olaylarla suçlanmaması için, önde gelen hükümet üyelerinin, DP parti üyelerinin ve MAHın failliğini göz ardı eder. KTCye açılan dava, cemiyetin önderlerinin mahkûmiyeti durumunda hükümetin olaylardaki sorumluluğunun ortaya çıkarılacağı tehditleriyle beraatla sonuçlanır.
Yassıadadaki davanın amacı
Yassıadadaki davanın amacı ise bu olaylarla ilgili olarak sadece Demokrat Partiyi suçlamaktır; zira KTC, MAH, öğrenci dernekleri ve sendikaların suçsuzluğunun İstanbul mahkemeleri tarafından ispatlandığı kabul edilmiştir. Suçlanan hükümet üyelerinin avukatlarının Yassıadada o dönemin MAH mensuplarının tanık olarak dinlenmesi talepleri reddedilir.
Dönemin istihbaratı henüz askeriyeye bağlı bir birim olduğundan, MAHı suçlamak, aynı zamanda 27 Mayıs 1960tan beri yönetimi elinde tutan askeri rejimi sorumlu tutmak anlamına gelecektir. Sonuçta İstanbul ve Yassıada davalarının amacı 6-7 Eylül Olaylarına açıklık getirmek değil, sadece dönemin politik tercihlerini savunmak ve meşrulaştırmaktır.
Tanıklar anlatıyor: Talan bitti, sıkıyönetim geldi
Anneannem ağlıyordu, Aman evladım kimsenin malına dokunma, bunlar bizim komşularımız diyerek… Derikli Ustanın meyhanesine ilk baltayı, her akşam orada veresiye içki içen zabıta vurdu…
Saatler ilerler, ancak semtlere dağılmış olan kalabalığın öfkesi dinmez. İstanbul en uzun gecelerinden birini yaşamaktadır. “Rum çocukları evlerine bıraktım, eve geldim. Caminin karşısındaydı evimiz. Anneannem kapının önünde taşın üzerine oturmuş, titriyor ve ağlıyordu. Beni görünce Aman evladım, kimsenin malına dokunma, bunlar bizim sittin senelik komşularımız diyerek ağladı. Bir şey oldu, bir süre sonra Rumlardan kalma bir tabak getirdiler eve, anneannem tepki gösterdi, Eve sokulmaz bunlar, tarumar oluruz dedi. Son dakikaya kadar burada, Büyükderede iskelenin içinde Anastas ve Niko vardı, pastacı, dükkânının yıkılmaması için sonuna kadar direttik. Fakat öyle bir güruh geldi ki, üf, gözü dönmüş, parçaladılar dükkânları…” (72 yaşındaki emekli bankacı H.Ö., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Aynı gün bir başka ilde, İzmirde de şiddet olayları yaşanır. Saat 24.00te İstanbulda ve İzmirde sıkıyönetim ilan edilir, sokağa çıkmak yasaklanır. Emniyet müdahalede gecikmiştir:
“Polis istese mani olamaz mı, yahut asker, olurdu. Modada, karşıda, meyhane vardı Derikli Ustanın, demir kepenkli, orada her akşam veresiye içen bir belediye zabıta memuru vardı, kepenge ilk baltayı o vurdu. Bizim evin altında Aksiyotis vardı, düzgün, emeğiyle geçinen, vasat ama medeni kimselerdi, ter ve korku içindeki hallerini hatırlıyorum. Feci bir şeydi, 5-10 gün kulağımdan şangırtı sesleri gitmedi.” (71 yaşındaki eczacı M.Z., Akdeniz Sesleri)
“Pastane Stasuliyi kırdıklarında, bir bekçi vardı, Hadi çocuklar tamam, tamam diyordu. Bir akrabam da Çengelköyde dedi ki, bir gece içinde polisi, bekçisi hepsi değişmiş.” (68 yaşındaki emekli öğretmen E.P., Akdeniz Sesleri)
Akşam saatlerinde Ankaraya doğru yola çıkan trene ulaşan dehşet haberleri, Bayar ve Menderesin İstanbula dönmesine yol açar. Bakanlar Kurulu, sıkıyönetim kararı alır. Bu arada Londra Konferansındaki Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorluya olaylarla ilgili bilgi verilir.
“Ordu gelince çil yavrusu gibi dağıldılar, kimse kalmadı. Bu olaylardan sonra aradan zengin olanlar oldu. Ama sonunda tonganın altına Menderes gitti, o ayrı.” (78 yaşındaki emekli öğretmen O.D., Tarihe Bin Canlı Tanık)
“En çok İstiklal Caddesine zarar verildi. Günlerce o çöpler durdu. Temizlenemedi İstanbul. Hadiselerden sonra 3-4 gün sokağa hiç kimseyi çıkarmadılar. Yüksekkaldırıma indiğim zaman, bir de ne göreyim, o güzelim vitrin camları aşağıda, piyanolar, orglar, kontrbaslar, saksofonlar yerlerde, parça parça. Ve dükkânın kepenkleri kazmalar, küreklerle parçalanmış. Ve içeri girdiğiniz zaman, baktım birisinin elinde süpürge, böyle süpürüyor dükkânın içini, mal sahibiymiş, Geçmiş olsun dedim. Sağ olun dedi, Şu dükkânın haline bakın diye ağlıyordu adam.” (76 yaşındaki kunduracı S.B., Tarihe Bin Canlı Tanık)
“İnanır mısınız, 5-6 ay Beyoğluna çıkamadım, o manzarayı görmemek için. Derler ki, bir ay, bir buçuk ay, tabii peynirler, yağlar dökülmüşler, onların o kokuları çıkmamış Beyoğlundan.” (Emekli bankacı H.Ö.)
Yaraları yine komşular sardı
Günün ilk ışıklarıyla ortaya çıkan dehşetin yaralarını yine komşular sarar: “Birçok Müslüman Türk komşumuz vardı, bize geçmiş olsun demeye geldiler. Ama bazıları da gece köşeye çıktı, Var olun çocuklar, var olun diye destek verdi ve tabii artık onlar bize selam veremiyorlardı. O günden sonra içimize korku girdi. Bu olayları yapanlar bilmediler ki, düşünmediler ki, bu zarar memleketin zararı. Evet, Rumundu, bilmem neydi, ama burada yaşıyordu, para, devletin parasıydı.” (E.P.)
İki günün sonunda pek çok insan tutuklanır. 10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı istifa eder. Kıbrıs Türktür Derneği kapatılır. 12 Eylül günü Meclise taşınan olaylarda DP iktidarı komünistleri suçlar, aralarında Kemal Tahir ve Aziz Nesinin bulunduğu insanlar tutuklanır, ancak 1956da aklanırlar.
“Ben hep diyorum, Türkiyenin ekonomisi, 6-7 Eylülden sonra bozuldu. Çünkü devlet (zararlara karşılık) para ödedi. Ondan sonra Türkiye çöktü. Türkiyenin ekonomisini tutuyordu onlar. Taksimde tek dükkân kalmadı. Eskiden parası olmayanlar zengin oldu.” (70 yaşındaki ev kadını K.A., Tarihe Bin Canlı Tanık)
“Çıkıyorduk, her yerde yazılı, Vatandaş Türkçe konuş. Rumca konuşamazsın, gâvursun. 56da, Angelos karısını aldı, İtalyaya kaçtı. Biz kaldık. Biz gitmek istemiyorduk İstanbuldan tabii. her sabah, adamın biri geliyordu köşede Lulayı kolluyordu, bekliyordu. Sokağa çıkamıyorduk. Ondan sonra, 64te, yavaş yavaş hepsi gittiler, yani Rum kalmamaya başladı İstanbulda. Artık yaşanmazdı burada.” (74 yaşındaki ev kadını F.S., Tarihe Bin Canlı Tanık)
“Biz bu 55teki olayları unuttuk, çoğumuz. Ve gittiler diyorlar, bazı Rumlar da diyor bunu. Yoo, o zamandan sonra biz gitmedik. 50 aile gitmiştir belki, 56larda, 57lerdeki hadiselerden sonra. 63te Kıbrıs çok alevlendi. Ya Taksim, ya ölüm her tarafta megafonlar, mikrofonlar, sinir harbiydi bizim için, doğruya doğru. O zaman, işte, hayatımız zordu. Rum olduğumuzu söylemeye çekiniyorduk. Mesela diyorduk ki çocuklara, Sesli Rumca konuşmayın, Konuşacaksanız sessiz konuşun. Çünkü hemen görüyordunuz, yüz ifadesi değişiyordu insanların. Bu benim vatanım. Ben burada doğdum, burada yaşadım, anam, babam, böyle. Ben nasıl gideyim, Amerikaya giden Rumlardan değilim, biz göçmen değiliz bir defa. Ben burasını seviyorum, Yunanistanı da. Ama burası da benim vatanım. Sonradan göç başladı ya, 63ten sonra, 64te. Hiç gitmeye niyetimiz yoktu. Diyordu ki eşim Eğer mecbur kalırsak, sonuncusu olayım, buradan gidişimle!” (E.P.)
Arka bahçede yanan perde
“Biz uyuyorduk, aşağıda Erzurumlu kiracılarımız vardı. Onlar duymuşlar, geldi kapıları vurdu, Kalkın dünya yıkılıyor, siz daha yatıyorsunuz diyerekten. Bir kalktık, hakikaten dünya yıkılıyor, o, ben, ablam, birkaç kişi toplandık, sokağa çıktık. Felaket. Arabaların arkasına (kumaş) topları takıyorlar, toplar, dört tane takıyor, dört parça arabalar sürüklüyor topları. Çikolatadan geçemiyorsun, yerlerde şekerler çürüyor, basıyor millet. Osmanbeye doğru gittik. O kristaller, saatler, pastalar, çikolatalar… Osmanbey yıkılıyor, bütün millet orada. Nişantaşına döneceğiz, bizim mahallenin delikanlıları, o zamanlar, bir mağaza, Dede mağazası, kırıyorlarmış orda, böyle bir top çocuk tulumu geldi kucağıma. Ablam dedi, Bunların malı bize yaramaz, ver sen bunu aldı paramparça etti kumaşları. Bir tek pembe şapka kalmış elimde, vermedim onu sakladım. Oradan Nişantaşına gittik, çok fettandı, bu benim büyüğüm ablam. Bir top perde gelmiş onun kucağına, nasıl biliyor musunuz, bütün sim, altın gibi bir perde, oradaki apartmanlardan, nerden kırmışlarsa. Eve getirdi perdeyi, bu sefer bir komşumuz, Böyle bir perde sizde yok, ya sizi karakola götürürlerse. Başladı mı ablam dövünmeye, Biz napacağız, bunu. Hadi bakalım, kovanın içine sokar perdeyi, bir de kibrit çakar, yak Allah yak, haftalarca o per- de yandı. O komşunun yüzüne yaktık, ama dünya hakikaten kırıldı, çok berbattı, yani çıkılmıyordu, Osmanbeye, Nişantaşına.” (80 yaşındaki işçi N.Ç., Tarihe Bin Canlı Tanık)
(Tuğba Çameli ile Akdeniz Sesleri ve Tarihe Bin Canlı Tanık Projeleri ekibince hazırlanmıştır. Toplumsal Tarih Dergisi Eylül Sayısı)