İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, demokrasi cephesi savaştan galip ayrılmıştı.
Tüm dünyada sevinçle karşılanan bu mutlu son Türkiye’de de yankı bulmuştu. 8
Mayıs 1945 günü Almanya’nın koşulsuz teslim olmasıyla o gün Avrupa’da savaş son
bulmuş ve bayram ilan edilmişti. İstanbul Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi
olan babam, o gün akşam İktisat Fakültesi Kütüphanesinde kardeşlerine yazdığı
mektupta, karşısında duran Beyazıt Kulesinin ışıl, ışıl aydınlatıldığını, cadde
ve sokakların bayraklarla donatıldığını, halkın ve özellikle de üniversite
gençliğinin bayram yaptığını yazıyordu. O gece yurdun dört bir yanından
İstanbul’a okumaya gelen öğrenciler halkla bütünleşerek sabaha kadar
sokaklardaki eğlencelere katılmışlar, hür dünyanın zaferini coşkuyla
karşılamışlardı.
Bu olay Türkiye’de de demokrasi, eşitlik, adalet taleplerinin artmasına neden
olmuş temel hak ve hürriyetlerin sonuna kadar kullanılması ve çok partili
demokrasiye geçilmesinin de önünü açmıştı. Türkiye hür dünyayla bütünleşme
adına geri dönülemez bir yola girmiş ve Milli Şeflik rejimi de bu talepleri göz
ardı edemez noktaya gelmişti. 1945 yılının sonlarına doğru Atatürk’ün son
Başvekili Celal Bayar, Aydın Mebusu Adnan Menderes, Prof.Dr. Fuat Köprülü ve
İçel(Mersin) Mebusu Refik Koraltan CHP gurubuna verdikleri tarihi “Dörtlü
Takrir” ile bu talepleri resmileştirmişler ve yeni bir tartışma açmışlardı.
Milli Şef İnönü CHP içinde muhalefet olmaz diyerek, önergenin gurupta
reddedilmesini sağlamış, ancak “çok istiyorlarsa ayrı bir parti kursunlar”
diyerek de önlerini açmış ve bir bakıma yol göstermişti.
7 Ocak 1946 günü bu dörtlünün önderliğinde Demokrat Parti kurularak halka bir umut ışığı gibi doğdu. Kısa sürede yurt sathına yayılan DP, iktidarı da endişelendiriyor, iktidarlarının gün be gün altlarından kayıp gittiği gerçeği gün gibi ortaya çıkıyordu. Umulmadık bir biçimde büyüyen ve halkta karşılığını bulan DP’nin bu hızlı çıkışı, iktidarı seçimleri öne çekmeye ve seçim hilelerine başvurmaya sevk etti. Nitekim 21 Temmuz 1946 seçimleri, açık oy, gizli tasnif gibi anti demokratik yöntemlerle gerçekleşti, CHP il başkanı, ilçe başkanı konumundaki Vali ve Kaymakamlarla, jandarma baskısı altında çalışan seçim kurulları sonuçları tersine çevirerek erken gelecek bir baharın önünü kesti.
7 Ocak 1946 günü bu dörtlünün önderliğinde Demokrat Parti kurularak halka bir umut ışığı gibi doğdu. Kısa sürede yurt sathına yayılan DP, iktidarı da endişelendiriyor, iktidarlarının gün be gün altlarından kayıp gittiği gerçeği gün gibi ortaya çıkıyordu. Umulmadık bir biçimde büyüyen ve halkta karşılığını bulan DP’nin bu hızlı çıkışı, iktidarı seçimleri öne çekmeye ve seçim hilelerine başvurmaya sevk etti. Nitekim 21 Temmuz 1946 seçimleri, açık oy, gizli tasnif gibi anti demokratik yöntemlerle gerçekleşti, CHP il başkanı, ilçe başkanı konumundaki Vali ve Kaymakamlarla, jandarma baskısı altında çalışan seçim kurulları sonuçları tersine çevirerek erken gelecek bir baharın önünü kesti.
14 Mayıs 1950’ye gelindiğinde ise seçim hukuku değişmiş, gizli oy açık tasnif
usulüne dönülmüş, Valilerin baskıları nispeten azalmış, 1946 seçimlerindeki
usulsüzlük ve hilelerden dolayı Batıya karşı mahcup olan, itibarı zedelenen
iktidarın da yapacak bir şeyi kalmamıştı. Sonunda 14 Mayıs 1950 günü Türkiye’de
kansız, darbesiz, hilesiz, serbest seçimlerle iktidar el değiştirmiştir.
Kuşkusuz bu Demokrat Partiden çok halkın zaferidir. Ülkede ilk defa halk kendi
kaderini, kendisi tayin edecek iradeyi ortaya koymuş ve baskı rejimine
dur demiştir.
Tarafsız gözlemciler, bilim adamları ve araştırmacılar 14 Mayıs’ı sadece siyasi
bir olay olarak değil, sosyolojik bir vaka ve siyasal iletişimin başarılı bir
tezahürü olarak değerlendirirler. Onlara göre 14 Mayıs halkın oligarşik diktaya
başkaldırısı, kendi hak ve hürriyetlerine sahip çıkması, tebaa olmaktan çıkıp
eşit yurttaş olma yolunda adım atması ve 4 yıl önce gasp edilen kutsal oyunun
namusunu koruma hadisesidir. Böylelikle halk kendi iradesiyle kendisini
yönetenleri seçmiş, egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğunu da tüm
dünyaya göstermiştir. O gün DP sadece siyasi rakibi CHP ile değil,
Cumhurbaşkanı Milli Şef İsmet İnönü ve Devletin tüm kudreti ve kurumlarıyla da
yarışmıştır. Sonunda halk galip gelmiş, milletin gücünün her şeye kadir olduğu
anlaşılmıştır. Bu bir devrimdir, halk iradesinin beyaz devrimidir.
Beyaz devrimin 65. Yılını kutladığımız bugün maalesef oligarşinin yeniden
hortlamakta olduğunu, milli şeflik, tek adamlık heveslerinin yeniden arttığını,
vesayet rejiminin şekil değiştirerek yeniden varlığını korumaya çalıştığını,
yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğünün yok edilmeye çalışıldığı
kuşkularının var olduğunu, hürriyet, adalet, eşitlik ve demokrasi ilkelerinin
zedelendiğini üzülerek gözlemliyoruz. Anayasanın tarafsızlık ve eşitlik
ilkesinin alenen ihlal edildiği, Devlet gücünün tek taraflı kullanılmaya
çalışıldığı, yargı, medya ve sivil toplum üzerinde baskıların arttığı bir seçim
döneminden geçtiğimiz konuşulur hale geldi. Bugün bunlar konuşuluyorsa
Türkiye’nin yeni bir 14 Mayısa ihtiyacı vardır, aziz milletimizin sağduyusunun
bunu gerçekleştireceğine olan inancımız tamdır.
Kalın sağlıcakla.
Kalın sağlıcakla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder